Bizdeki yol sevdası eskilere gider. Devr-i Aziz’deyiz, “Allah’ın bir hikmeti” olarak Batı’da vücut bulan “medeniyet”i yakalamak için çareyi teknik ve teknolojide aradığımız yıllar. Öyle ki; Lale Devri’nde kendilerini eğlenceye ve lükse vuran devletlülerimiz Batılıları yakalayabilmek amacıyla Sadabat’ta yaptırdıkları sarayları, köşkleri, kasırları bile yerlerine fabrika yapılsın diye tek tek elden çıkarırlar. O yıllarda ortada henüz ne otoyol vardır, ne de karayolunun pek bir önemi ancak devir demiryolu devridir. Eee demiryolu olmaksızın Batı’yı yakalayabilmek de mümkün değildir. O hal, derhal demiryolu yapılmalıdır. Ancak bir sorun vardır, yapılacak olan demiryolunun bir kısmı Topkapı Sarayı’nın bahçesinden geçecektir. Paşalar, bu durumu korka, sıkıla da olsa Sultan Abdülaziz’e açarlar. Kafayı Batı’yı yakalayabilmeye takmış olan padişah hiç düşünmeden cevap verir:
“Şimendifer geçsin de, varsın bağrımı delip geçsin!”
Abdülaziz’in demiryolu sevdasında kendi içerisinde bir mantık vardır, nitekim ihtiyaç da az değildir. O dönemki hakim düşünceye göre demiryolu sadece Devlet-i Aliyye’ye Batı’nın tekniğini getirmekle kalmayacak aynı zamanda koca ülkenin doğusu ile batısını da birbirine bağlayacak böylece birbirinden kopuk halde yaşayan Osmanlı halkları artık buluşacak, kaynaşıp bir halk olacaktır. Bu açıdan Abdülaziz’in yol sevdası İnönü dönemindekine benzer. İnönü’ye sunulan Dersim raporunda; Dersim’de eşkiyalığın önünün kesilememesinin sebebi olarak Dersim’in coğrafi şartlar yüzünden dünyadan kopuk olması ve ülke genelinde yaşanan muasırlaşmadan bihaber kalmaları gösterilir. Çare olarak da Dersim’i dünyaya bağlamak gerektiğinden bahisle yollar yapılması tavsiye edilir. Dersim’deki yol inşaları da bu düşünceyle başlar. Yoksa öyle kimilerinin iddia ettiği gibi askeri harekata kolaylık sağlamak için değildir.
Menderesli yıllara geliriz, ilk “muhafazakar demokrat” başbakanımız… Bu dönem bizdeki yol sevdasının mantık dahilinden çıkıp sınır tanımaz bir kara sevdaya dönüştüğü yıllardır. Nitekim bir gün, ülkeye “bu kış komünizmin geleceği” haber alınmıştır. Tamam ama kış günü komünizm nasıl gelecektir? Öyle ya nasıl gelecek, gelse gelse demiryolu ile gelir. Bu düşünce ile demiryolu yapımı tamamen terkedilerek, ülkemizi komünizm tehlikesinden koruyup demokratik ülkeler arasına taşıyacak karayollarına dört elle sarınılmıştır. Nitekim bu düşünce ilerleyen yıllarda “büyük bir Türk siyasetçisi”nin sözleriyle “demiryolu komünizmdir, karayolu demokrasi” şeklinde ifade bulacaktır.
Menderes’in “demokratik” karayolları önüne ne çıkarsa yıkıp geçer. Ne saray tanır, ne cami, ne türbe, ne han, hamam, kervansaray… Sadece 1956 – 1957 yıllarında 54 tane cami yol geçecek diye yıkılır, bu camiler içerisinde bir çok Mimar Sinan eseri de mevcuttur. Yıkılan hanların, hamamların, tekkelerin, çeşmelerin ise haddi hesabı yoktur. Mimar Sinan eseri camilerden tutun da İstanbul’daki ilk Osmanlı hamamı olan Çandarlı İbrahim Paşa Hamamı’na varıncaya kadar yola kurban edilir. Bazı tarihi yapılar ise yolun gazabından yaralı olarak kurtulmayı başarır. Mesela; Tophane’deki Kılıç Ali Paşa Camii duvarlarını ve külliyeye bağlı birkaç dükkanını kaybeder, Aksaray’daki Pertevniyal Valide Sultan Camii ise türbelerini. Beyazıt’ta aslında “U” şeklinde bir bina olan tarihi Simkeşhane, Ordu Caddesi binanın yarısını söküp atınca “L” şeklinde kalmıştır. Hemen bitişiğindeki Hasan Paşa Hanı da “O” şeklinden “U” şekline dönmüştür.
Yol geçsin de, varsın tarihimizi ezip geçsin!
İlerleyen yıllarda da yol sevdamız pek bir değişikliğe uğramaz. İkinci “muhafazakar demokrat” başbakanımız Özal gelip geçer, Demirel gelip geçer yola olan aşkımız azalmak bilmez. Nitekim “yolların yürümekle aşınmayacağı” gibi tahliller de siyasi hayatımızda yer edinmeye başlar. Son olarak üçüncü “muhafazakar demokrat” başbakanımız Erdoğan “Bizim değerlerimizde yol engel tanımaz. Önünde cami bile olsa eğer yol oradan geçecekse, biz o camiyi yıkarız.” diyerek yol aşkımızın hiç azalmadığını ve bu aşkın yeni bayraktarı olduğunu ilan eder.
Yol geçsin de, varsın camileri yıksın geçsin!
Erdoğan dönemi yolları da pek kolay sınır tanımaz; ormanları, üniversiteleri yarıp geçer, sahil şeritlerine girer şehirleri denizden koparır ilerler. ODTÜ Ormanı’ndaki yüzlerce ağacın durduramadığı yolu durdurmaya Kuzey Ormanları’ndaki milyonlarca ağacın bile gücü yetmez. Yol ile yazılan muasırlaşma ve demokratikleşme tarihimize adını altın harflerle yazdırmaya kararlılığıyla bu sefer Marmaray’ı İstanbul Boğazı’nın altından geçirir. Boğaz’da ne engeller çıkmaz ki Erdoğan’ın yolunun karşısına: erken Bizans döneminin en büyük limanı olan Theodosius Limanı, dünyanın en büyük batık gemi alanı, İstanbul’un tarihini 4500 yıl daha geriye götüren yaşam izleri, 38 bin envanterlik eser ve 40 bin kasa tarihi kalıntı… Hepsine “üç beş çanak çömlek” der geçer…
Marmaray’ın bizi yeterince demokratikleştiremediğini düşünen devletlülerimiz şimdi de lastik tekerlekli araçlar için tüp geçit yapmaya karar verdiler. Tüp geçidin Avrupa ucu tam da Büyük Bizans Sarayı’nın kısmen de olsa ayakta kalan tek yapısı olan Bukoleon Sarayı’nın önünden çıkacak. Devletlülerimiz yolun selameti için sarayı yıkacaklar mı henüz bilmiyoruz ancak gerekli görmeleri halinde hiç acımadan yıkıp geçeceklerini tahmin edebiliyoruz.
Kısacası yol deyip geçmemek lazım, bu ülkenin tarihi yol ile yazılmıştır. Muasırlık seviyemizi de, demokrasi seviyemizi de yol ile ölçmüşüzdür. Gün gelmiş bizi komünizm tehlikesinden korumuş, gün gelmiş muhafazakar demokrasimizi şahlandırmıştır. Yol ile yaşarız, yol ile ölürüz. İşte bu yüzdendir, şimdi o yolu Karadeniz‘in görkemli dağlarının tepelerinden, güzelim yaylalarından geçirme merakı. İşte bu yüzdendir, adı yeşil kendi asfalt karası o yolun önüne çıkan dağ, orman, yayla, nehir tanımadan ilerlemesi. O yol ki önüne çıkan köylüleri bile tınlamaz, “terörist” olmanın turnusol kağıdı işlevini üstlenir, doğayı da halkı da ayaklarının altında çiğner geçer!
Yol geçsin de, varsın bağrımızı delip geçsin!
Bu yazı yorumlara kapalı.