Niyazi Berkes, Yusuf Akçura için Ziya Gökalp’in yanında “unutulan adam” der. Oysaki Yusuf Akçura Türk milliyetçiliğinin fikir babasıdır, o Türkçülüğün manifestosu kabul edilen “Üç Tarz-ı Siyaset”in yazarıdır. Akçura’nın fikirleri Osmanlı Devleti sınırlarının ötesinde Rusya Türkleri içerisinde de etkili olmuş ve gerek Rusya Türkleri gerek Osmanlı Türkleri arasında milliyetçi – aydınlanmacı fikirlerin önderlerinden biri olmuştur.
Bu yazıda Yusuf Akçura’nın yetiştiği ortam ve içinde bulunduğu zamanda Dünya’da yaşanan gelişmeler dikkate alınarak onun fikri yapısını oluşturan zeminin daha iyi anlaşılması için hayat hikayesinden başlanılmıştır. Devamında; gerek Dünya’da gerek Osmanlı Devleti’nde o dönem cereyan eden düşünce akımlarının Akçura’nın fikri yapısına etkileri üzerinde durulmuştur. Ardından; “Üç Tarzı Siyaset” makalesi ve Türkçülük üzerine fikirleri incelenerek din konusundaki fikirleri ile devam edilmiştir. İnceleme boyunca yeri geldikçe Ziya Gökalp ile karşılaştırmalar yapılarak, Gökalp cumhuriyetin ideoloğuna dönüşürken Akçura’nın “unutulan adam” haline gelmesinin sebepleri aranmıştır. Son olarak Akçura’nın nezdinde Türk milliyetçiliğinin ilk evrelerindeki karakteristiği ve fikri yapısı hakkında değerlendirmeler yapılarak yazı neticelendirilmiştir.
I. Hayatı
Yusuf Akçura, 1876 yılında Kazan’da dünyaya gelmiştir. Babasının ölümü üzerine 1883 yılında annesi ile birlikte İstanbul’a göç etmiş, burada Harbiye Mektebi’ne girmiştir. Harbiye’de henüz 2. sınıfta iken meşrutiyet yanlısı yayınlar barındırmaktan dolayı tutuklanmış ancak çalışkan bir öğrenci olması sebebiyle affedilmiştir. Mezun olduktan sonra erkan-ı harp sınıfına ayrıldıysa da Jön Türklerle ilişkisi olduğu gerekçesiyle tekrar tutuklanarak Fizan’a sürülmek üzere Trablusgarp’a gönderilmiştir. Akçura hatıralarında; o yıllarda Jön Türklerle bir ilgisi bulunmadığını ama Türkçülük şuurunun o yıllarda gelişmeye başladığını söyler.[1]
Trablusgarp’tayken bir süre sonra serbest bırakılan ve rütbesi iade edilen Akçura İstanbul’a geri dönmemiş ve Paris’e gitmiştir. Paris yılları Akçura’nın entelektüel gelişimi için çok önemli bir dönemdir. Burada, Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde üniversite eğitimi alan Akçura; Şerafettin Mağmumi, Sadri Maksudi ve Ahmet Rıza gibi düşünürlerle tanışmış, Ahmet Rıza’nın Şura-yı Ümmet Gazetesi’nde yazılar yazmıştır. Paris’te içlerine girdiği Narodnik ve Marksist Rus sığınmacı çevrelerinden de oldukça etkilenmiştir.[2] 1903 yılında, üniversite eğitiminin bitmesinin ardından Kazan’a dönmüştür. Meşhur “Üç Tarz-ı Siyaset” makalesini burada yazarak yayınlanması için Kahire’de yayınlanan Türk Gazetesi’ne göndermiştir. Makalenin İstanbul çevresinde pek bir etkisi olmamıştır ancak Rusya Türkleri arasında oldukça ses getirmiş ve Akçura’nın tanınırlığını arttırmıştır. Kazan’da bulunduğu süre boyunca çeşitli Türk gazetelerinde yazılarına devam etmiştir. Yine bu süre içerisinde onu en çok etkileyecek kişi olan İsmail Gaspıralı ile tanışmıştır. Akçura’nın Türklerin siyasi birliğini sağlama, agresiflik yerine ılımlı bir politika izleme, siyasal alandan çok kültürel alanda mücadele verme, toplumsal ilerleme de kadında önemli bir rol görme fikirleri ve doğayı gözlemleme, gerçekliği temel alan incelemeler yapma, tarihsel çözümlemelere önem verme, her türlü uhreviyattan arınmış laik bir düşünce sistemi kullanma yöntemleri Gaspıralı’nın etkisiyle gelişmiştir.[3] Bu dönemde Rusya’daki 1905 Devrimi’nin rüzgarlarıyla Gaspıralı’nın önderliğinde toplanan Ceditçilerin kurduğu “Rusya Müslümanları” adlı siyasi harekete de fiilen katılmıştır.[4]
Akçura, Kazan’dayken çok zengin bir adam olan amcasının fabrikalarının başına geçmiştir, amcasının çocuğu olmadığından onu mirasçısı yapmak istiyordu ancak servet biriktirmek ona göre bir uğraş değildi. Kimilerinin kazanması için başkalarının kaybetmesi gerektiğini kabullenemiyor, geceleri fabrikalarda çalıştırılan kız ve erkek çocuklarına karşı çok büyük bir üzüntü duyuyordu. Nitekim servet konusunda amcası ile düştüğü bu ayrım ayrılık ile sonuçlanmıştır.[5] 1908 yılında Osmanlı Devleti’nde Meşrutiyet’in iadesi üzerine tekrar İstanbul’a dönmüştür. Bu dönem onun en faal olduğu yıllardır; İstanbul’da kurulan Türkçülükle ilgili derneklerin hemen hepsinin kurucuları arasında yer almış, bir çok gazete ve dergide yazılar yazmıştır. Özellikle Türk Yurdu Cemiyeti’nin yayın organı olan Türk Yurdu Dergisi’ndeki yazılarıyla dikkatleri çekmiştir.[6] 1911 yılında bu sefer İstanbul’da yayınlanan “Üç Tarz-ı Siyaset” makalesi ilkinin aksine bu sefer İstanbul’da da büyük bir yankı oluşturmuş ve Türk milliyetçilerin temel metinlerinden biri haline gelmiştir. Akçura’nın gittikçe artan entelektüel şöhreti sonucunda İttihat ve Terakki Partisi’ne davet edilmiş ancak bu daveti reddetmiştir. Hatta Ziya Gökalp’in ısrarlı istekleri sonucunda partiye katılmayı kabul etmesine rağmen yemin metnindeki “Osmanlı Devleti’ne ve İslam’a bağımlılık” taahhüdünü görünce vazgeçtiği söylenmektedir.[7] İttihat ve Terakki’ye katılmayı reddetmiş ancak faal siyasetin dışında da kalmayarak 1912 yılında Ahmet Ferit Tek ile birlikte Milli Meşrutiyet Fırkası’nı kurmuştur. Bu parti, ideolojisini Türkçülük olarak belirleyen ilk partidir. Parti’nin yayın organı İfhan Gazetesi’dir ve müdürlüğünü Mustafa Suphi yapmaktadır. 1913 yılında Mahmut Şevket Paşa’ya düzenlenen suikastın ardından sürgün edilen muhaliflerin arasında Ahmet Ferit Tek ve Mustafa Suphi de yer almıştır. Böylece parti dağılmış ve hiç bir seçime katılamadan kapanmıştır.
Akçura, 1917’de Bolşevik Devrimi sırasında Rusya’ya gitmiş ve 1 yıl orada kalmıştır. Yaşanan devrimi ve yükselen bu yeni ideolojiyi yerinde inceleyen Akçura ardından tekrar İstanbul’a geri dönmüştür. 1919 yılında, işgal altındaki İstanbul’da Milli Meşrutiyet Fırkası’ndan bir grup isimle birlikte Milli Türk Fırkası’nı kurmuştur. Milli Türk Fırkası, Türkçülüğünün yanında ülkenin işgal edilmiş olması ve devrim Rusya’sının Akçura üzerindeki etkisinin yansıması olarak anti-emperyalist yanıyla öne çıkmış bir partidir. Parti’nin kuruluşundan kısa bir süre sonra Akçura İngilizler tarafından tutuklanmış, bir süre sonra serbest bırakılmıştır. Serbest kaldıktan sonra Milli Mücadele’ye katılmak üzere Anadolu’ya geçmiş, Ankara’da Maarif Vekaleti’nde, Kazım Karabekir’in karargahında çalıştıktan sonra 1924 yılında İstanbul mebusu olarak meclise girmiştir.
Akçura, 1932 yılında Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti’nin başkanlığına seçilmiş ve ömrünün sonuna kadar bu görevi sürdürmüştür. Aynı zamanda 1934’te İstanbul Üniversitesi’nin yeniden kuruluşunda Yakınçağ Siyasi Tarihi profesörü olarak hocalık yapmıştır. 11 Mart 1935 tarihinde vefat eden Akçura, Edirnekapı Mezarlığı’na defnedilmiştir.[8]
II. Fikirleri Üzerindeki Etkiler
Akçura’nın kendi deyimiyle Türklük konusundaki ilk farkındalığı amcası İbrahim Akçurin sayesinde oluşmuştur. Genç yaşta, ceditçi amcasının etkisiyle tarih, türkoloji ve modernleşme gibi konulara merak sarmıştır. İstanbul’da Harbiye Mektebi’nde okuduğu dönem ise onun Jön Türkler’in fikirleriyle tanıştığı yıllar olmuştur. İstanbul’daki hürriyet ve meşrutiyet rüzgarı onu da etkilemiştir. Gençliğinde cedit milliyetçiliği ve Jön Türk hürriyetçiliği etkisinde tam bir “1848 Devrimi adamı” portresi çizen Akçura, Paris yıllarında değişim geçirmiştir. Fransız romantizmi, kardeşlik ve milli bağların yüceltilmesi fikirleri yerini gerçekçiliğe ve mücadele düşüncesine bırakmıştır.[9] Artık mücadeleyi toplumsal gelişmenin motoru olarak görmekte, bireyin erdemine inanmakta ve romantizmden, mistik bağlardan nefret etmekteydi.[10]
Paris yılları Akçura’nın düşüncelerinin teorik temeller kazandığı yıllar olmuştur. Materyalizmin Akçura üzerinde oldukça etkili olduğu görülür. Materyalizmi bir doktrin olmaktan çok bir yöntem olarak kullanmıştır. Tüm tahlilleri materyalist bir nitelik taşımaktadır. Hatta “ekonomist” denilebilecek bir yaklaşımı vardır.[11] Siyasi alandaki tüm değerlendirmelerini ekonomik verilere dayandırmıştır. Bu anlamda savunduğu milliyetçilik bile ekonomik verilerin üzerinde yükselir. Dönemin hakim görüşü olan milli burjuva ve milli sermaye yaratma fikrini herkesten farklı olarak ekonomik tahlillerle savunmuştur. Ekonomiyi, Türk milliyetçiliğinin doğuşundaki tayin edici öğe olarak görmüştür.
Akçura’ya göre toplumların yeryüzündeki tüm mücadelesi hayatta kalma mücadelesidir. Bu görüşü Sosyal Darwinciliğin bir yansımasıdır. Darwin’in hayatta kalma mücadelesi temasını toplum ve tarih alanında da geçerli kabul eden Spencer ve Taine’den etkilenmiştir. Ona göre milletler arasındaki çatışma, toplumsal sınıflar ve bireyler arasında var olan çatışmanın toplumlar nezdindeki özel bir biçiminden başka bir şey değildir. Modernleşme hareketlerinin Osmanlı Türklerinden önce Rusya Türklerinde başlamasını da Darwinci şemaya göre açıklamıştır: Çünkü Rusya Türkleri, Rus işgali altında yok olma tehdidi ile karşılaşınca hayatta kalma refleksiyle modernleşme ve milli bir kimlik oluşturma yoluna girmişlerdir.[12] Jön Türkler ile çatışmasının altında da bu Sosyal Darwinci temeli vardır. Ona göre Osmanlı’nın hayatta kalabilmek için tek ihtiyacı olan şey devletin kuvvetlenmesidir. Bu sebeple Üç Tarz-ı Siyaset makalesinde İslamcılık veya Türkçülüğü devletin bölünmesine sebep olsa bile devlete güç kazandıracağı sebebiyle izlenebilecek politikalar olarak görmüş, buna karşılık sadece siyasi birliği sağlamak amacıyla yürütülen Osmanlıcı politikaları reddetmiştir. Aynı sebeple Jön Türklerin “ittihat ve terakki” sloganı yerine “kuvvet ve terakki” formülünü kullanmıştır. Akçura’nın materyalizm ve Sosyal Darwincilik karışımı fikri yapısı onu pozitivist hümanizm ile İslam ahlak temeline dayalı kardeşlik (uhuvvet) karışımı olan Jön Türk idealizminin karşısına koymuştur. [13]
Akçura’nın etkilendiği bir başka akım ise faydacılıktır. Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük fikirlerini değerlendirdiği “Üç Tarz-ı Siyaset” makalesi incelendiğinde bu üç siyaseti tamamen Osmanlı Devleti’ne güncel politikada sağlayacağı fayda üzerinden ele aldığı görülmektedir. Türkçülüğün manifestosu kabul edilen bir eserde görmeyi beklediğimiz hamasi, duygusal veya tarihsel anlatılardan eser yoktur. Objektif bir üslupla her üç siyasetin de zarar ve faydaları sayılmıştır.
III. Türkçülük Üzerine Fikirleri ve Üç Tarz-ı Siyaset
Akçura’nın milliyetçiliğinin bir hissiyat olmaktan çıkıp teorik temeller kazandığı dönem Paris’te geçirdiği yıllarıdır. Paris’te Fransa’nın Prusya karşısındaki bozgununun hemen ertesinde Prusya’dan intikam alacak kadroları yetiştirmek üzere tepeden tırnağa Fransız milliyetçisi bir ruhla kurulan Paris Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde eğitim görmüştür.[14] Burada milliyetçiliğin teorik temelleri ile tanışmış, tarihte ulusun ve uluslaşmanın önemini kavramıştır. Paris’te tanıştığı eski bir Jön Türk olan Dr. Şerafettin Mağmumi ise onu bir Osmanlı milleti oluşturmanın imkansızlığına ve Osmanlıcılığın çıkmaz bir yol olduğuna ikna etmiştir.[15] Bu süreçte Akçura git gide Osmanlılığı kendilerine amaç edinmiş olan Jön Türkler ile ters düşmeye başlamış ve mezuniyet tezi olan “Osmanlı Devleti Teşkilatı Tarihi Üzerine Bir Deneme” adlı eserinde açıkça Jön Türkler’in çabasının neticesiz kalmaya mahkum olduğunu, devletin kurtuluşu için milliyetçilikten başka çıkar yol olmadığını yazmıştır.[16] Ona göre Osmanlı milleti yaratma fikri tam bir uydurmacadır ve tatbiki mümkün değildir. Osmanlıcılığın karşısına getirdiği öneri, imparatorluktaki Türkleri birleştirecek bir siyaset izlemek ve imparatorluk dahilindeki gayrimüslimlere gerçek bir özerklik vererek imparatorluğu federatif bir devlete çevirmek olmuştur.[17]
1904 yılının Mart ayında kaleme aldığı “Üç Tarz-ı Siyaset” makalesi Akçura’nın ismini duyuran eseri olmuştur. Makale Türkçülüğün manifestosu olarak kabul edilir. Türkçülüğün manifestosu olarak nitelendirilen bir makalede bekleyebileceğimiz Türklerin niteliklerini ve tarihlerini öven hamasi söylemler bu makalede yoktur. Aslında Akçura’nın hiç bir söylev ve eserinde böyle bir üslup yoktur. O tüm çalışmalarında tamamen gerçekçi ve faydacı argümanlar üzerinde durmuştur. Makalede Osmanlı Devleti’nin kurtuluşu için savunulan Osmanlıcılık, Pan-İslamizm ve Pan-Türkizm fikirlerinin ne gibi sonuçlar doğurabileceğini tek tek tartışılmıştır.
Akçura, makalesine söz konusu üç siyasetin de değerlendirilirken izlenmesi gereken yöntemi belirterek başlamıştır. Buna göre bir siyasetin yararlı olup olmadığı incelenirken önce bütün insanlığa yararlı bir sonuç doğurur mu diye bakılması ardından uygulanacağı toplum için yararlı mıdır diye değerlendirilmesi gerekir. Eğer bu yöntem izlenmez ve sadece Osmanlılara, Müslümanlara veya Türklere faydalı mı diye bir değerlendirme yapılırsa usul eksikliğinden dolayı o incelemenin hatalı olacağını söyler[18] ve ardından üç siyaseti değerlendirmeye geçer.
Akçura, Osmanlıcılık siyasetinin imparatorluktaki tebaayı birleştirebileceği söyler. Bu siyaset Türk ve Müslüman tebaanın Osmanlı kimliği altında kültürel özelliklerini kaybetmesine sebep olsa bile birlik halinde bir toplum oluşturabilecektir. Ne var ki bu durumun Batılı büyük devletlerin çıkarlarına aykırı olduğu ve Osmanlı’daki gayrimüslimlerde artık milli bilincin oluşmuş olması sebebiyle Osmanlılık kimliğini kabul etmeyecekleri için bu politikanın uygulanabilirliği olmadığına ve bu yöndeki çabaların da beyhude bir yorgunluktan ibaret olduğuna hükmeder.[19] Pan-İslamizmin imparatorluktaki Müslüman tebaayı birleştirebileceğini ancak gayrimüslimlerin imparatorluktan ayrılması suretiyle toprak kayıplarına sebep olacağını söyler. Büyük devletler, hepsinin Müslüman sömürgeleri olduğundan dolayı bu politikaya karşı çıkacaklardır. Büyük devletlerin karşı çıkışı bu politikanın uygulanabilirliğini ne kadar zora soksa da Müslüman Osmanlı halkının bu politikalara hazır ve istekli olması birlik duygusunun kolayca geliştirilmesini sağlayacaktır.[20] Pan-Türkizmin ise imparatorluktaki Türkleri birleştirebilecek ve Türk olmayıp Türk’e yakın olan bazı halkların da Türkleşerek birliğe katılımını sağlayabileceğini savunur. Buna karşılık gayrimüslim ve Arap topraklarının imparatorluktan kopacağını da belirtir. Akçura’ya göre bu politikanın uygulanışında Batılı büyük devletlerin çok büyük tepkileri olmayacaktır. Sadece Rusya’da Türk nüfus yaşadığından dolayı onun karşıtlığı söz konusudur ancak İngiltere ve Fransa gibi ülkeler Rusya’nın aleyhine olduğundan bu politikayı destekleyeceklerdir. Pan-Türkizmin tüm bu avantajına rağmen en büyük sorunu henüz çok yeni bir fikir olması ve halk ve aydınlar nezdinde neredeyse hiç yansımasının olmamasıdır.[21]
Akçura makalesinde, Osmanlıcılığı reddetmekle birlikte Pan-İslamizm ve Pan-Türkizm arasında bir seçim yapmamıştır. Makalesini “Müslümanlık ve Türklük siyasetlerinden hangisi Osmanlı Devleti için daha yararlı ve kabil-i tatbiktir?” sorusu ile bitirmiştir.[22] Her ne kadar bir seçim yapmamış gibi görünse de akıl yürütmesinin Türkçülüğe yöneldiği de açıktır.[23]
Makaledeki arayıştan anlaşıldığı üzere Akçura için güç, özgürlükten daha önemli bir ihtiyaçtır. Her topluluğun menfaatinin kuvvetli olmakta yattığını söyler.[24] Akçura’nın Jön Türk milliyetçiliği ile çatıştığı nokta burasıdır. Akçura için devletin güçlenmesi önemlidir. Devletin güçlenmesinin yolunun da her zaman topraklarını muhafaza etmekten geçmediğini gerekirse toprak kayıplarının göze alınması gerektiğini söyler ve sorar: “Osmanlı İmparatorluğu’nun hakiki kuvveti şekl-i hazır-ı coğrafisini etmek midir?”[25] Jön Türkler’de ise bunun tam tersi olarak imparatorluğun toprak bütünlüğünü sağlama çabası hakimdir.
Akçura, Türk olmayan unsurların elbet imparatorluktan kopacağını ve toprak kayıplarının yaşanacağını öngörmüştü. 1908 – 1914 yılları arasında imparatorluk topraklarında yaşayan milletlerin savunuculuğunu üstlenmiştir. Osmanlı Devleti’nin bir iç sorunu olarak kaldığı sürece Ermeni ve Arapların taleplerinin karşılanması gerektiğini savunmuştur. Abdullah Cevdet, onun bu konudaki görüşlerini değerlendirirken Akçura’nın milliyet-perver olmaktan ziyade milel-perver yani tüm milletlerin haklarının savunucusu olduğunu söylemiştir.[26]
Akçura’nın söyleminde “ırk” kelimesini kullandığını görürüz. Ancak buradaki ırk kelimesi daha sonradan kazandığı anlamları ile kana ve kafatasına dayanan bir ırk değildir. O dönem söyleminde, Osmanlı’nın aslında din temelli olan millet sisteminin karşısında Türk olan unsuru diğer Müslüman olan unsurlardan ayırmak için ırk kelimesi kullanılmaktaydı.[27] Zira millet kelimesi çoktan dini bir nitelik kazanmıştı. Aynı gerekçeyle İslamcı bir aydın olan Mehmet Akif Ersoy’un dahi İstiklal Marşı’nda günümüzdeki anlamıyla millet kavramını karşılamak için ırk kelimesini kullandığını görürüz. Yine de Akçura’nın millet tanımı ile daha sonradan yükselecek olan Ziya Gökalp’in millet tanımı arasında farklılıklar vardır. Gökalp Fransızların aidiyete dayalı millet tanımını benimsemişken, Akçura Almaların kökene dayalı millet tanımını benimsemiştir, her ne kadar kafatası ve kan değilse de tarihsel köken Akçura için önemlidir. Tarihsel köken arayışında ise kültür ve kültürün en büyük parçası olan dile önem vermektedir.[28] Akçura ve Gökalp arasındaki bu fark birincisinin Rus Çarlığı yönetimi altında etnik ve dini varlığını sürdürebilmek için başkaldırı duygularıyla yetişmiş, kültürel özerklik mücadelesi vermiş bir aydın olması; diğerinin ise çoğunluğu Türk olarak algılanan dağılmış bir imparatorlukta Osmanlı vatandaşı olarak yetişmiş bulunmasıydı. Birincisinin amacı kültürel sürekliliği, ikincisinin amacı siyasal sürekliliği teminat altına alabilmekti.[29]
1910’lu yıllarda Pan-Türkizm ve Turancılık ayrımı doğmuştur. Pan-Türkizm Türk olan halkları birleştirmeyi amaçlarken Turanizm Fin ve Macar gibi diğer Turani milletleri de birliğin içine katma düşüncesindedir. Akçura’nın gerçekçi yapısı bu tarz romantik düşünceleri kabul etmemiştir. Turancılık fikri daha çok Ömer Seyfettin, Tekin Alp ve Ziya Gökalp gibi Osmanlı kökenli milliyetçiler arasında rağbet görmüş ancak Yusuf Akçura ve Ahmet Ağaoğlu gibi Rusya kökenli milliyetçiler bu yaklaşıma hep mesafeli kalmışlardır.[30]
Akçuraya göre Osmanlı Devleti içindeki Türklerin ayrı bir millet olarak teşkilatlanmaları iktisadi, sosyal ve siyasi şartların yarattığı bir zarurettir.[31] Akçura “Türkçülüğün Tarihi” adlı kitabında uluslaşmanın gereğini şöyle açıklar: “19. yüzyılda dünya medeniyet tarihine en çok etki eden fikir milliyet fikridir. Milliyet fikrine, bu büyük kuvvete hiçbirşey galip gelmedi. Yüz binlerle muntazam ordular, bu fikir karşısında yenildi. Bugün milliyet fikrini yenebilecek kuvvet, şiddet, zulüm, top, tüfek değildir; belki milliyet fikrinin ana ve babası olan hürriyet ve eşitlik fikirleri onu yenebilir.”[32] Akçura’ya göre Batılılaşmak da Abdullah Cevdet’in iddia ettiği gibi ideolojik bir tercih değil, hayatta kalmak için bir zorunluluktur.[33] Osmanlı aydınları arasındaki yaygın olan “Batı’dan tekniği alıp kültürü almama” fikrine karşı çıkmıştır. Bu konudaki görüşünü şöyle ifade eder: “Avrupalılardan demiryolu köprüsü ve havada uçma makinesi yapmayı öğrenelim ama Avrupalıca düşünmek usulünü zinhar talim etmeyelim, mezhebine bir türlü aklım ermez… Zeppelin ve Bleriot’ya çırak olmak istiyorsak mutlaka Kant ve Comte’un şakirdi olmak zorundayız.” Ona göre uygarlık bölünemez bir bütündür, uygarlığı maddi ve kültürel olarak ayırmaya çalışmak saçmadır.[34] Daha sonraları Ziya Gökalp hars (kültür) ve medeniyet ayrımı yaparak Akçura’nın bu görüşü ile ters düşmüş ancak Batı’ya rağmen Batılılaşmayı amaçlayan genç cumhuriyetin ideolojik yapısına daha uygun bir fikri zemin sunmuştur. Bu sayede yeni rejimin Osmanlı’yı kendisinden ayırması ve Batılılaşmayı açıklaması mümkün kılınmıştır.[35] Cumhuriyet döneminde Gökalp’in daha tutulan bir aydın olarak Akçura’nın önüne geçmesinin sebeplerinden biri de bu konudur.
Bolşevik Devrimi’nin ardından Akçura’nın milliyetçilik fikirlerinde değişiklik görülür. 1919 yılında Rusya’dan döndükten kısa bir süre sonra Türk Ocağı’nda verdiği bir konferansta iki çeşit Türk milliyetçiliği olduğunu bunlardan birisinin emperyalist – yayılmacı Türkçülük diğerinin ise demokratik Türkçülük olduğunu ve kendisinin demokratik Türkçülüğü desteklediğini söylemiştir.[36] 1920’li yıllarda Kemalist harekete katıldıktan sonra Rusya Türklerinden artık hiç bahsetmemeye başlayacaktır. Bu dönemde Kemalist hareket ile halkçılık konusunda tartışma yaşar. Akçura’nın halkçılıktan anladığı Mustafa Kemal’in 1920’de TBMM’de ifade ettiği halk egemenliğiydi. Çoğulcu bir siyasal anlayışa yaklaşarak daha sonradan ortaya çıkan halk=millet denklemini reddetmiştir.[37] Akçura aynı zamanda toprak reformunun meclisteki en sıkı savunucularından biri olmuştur. Emperyalizmin ve feodalizmin kökünün kazınması için köklü bir toprak reformunun şart olduğunu belirtmiş ve meclise bir toprak reformu önerisi sunmuştur. Lakin öneri çok ileri bulunarak reddedilmiştir.[38] Marksizmden sınıf mücadelesini almış, halk=millet denklemine karşı çıkarken görüşünü toplumsal sınıflardan yola çıkarak savunmuştur. Yine de Akçura’nın genel tutumu sınıf mücadelesini ulusal burjuvazinin hizmetinde kullanmaktan yanadır.
IV. İslamiyet ve Din Üzerine Fikirleri
Yusuf Akçura’nın İslam ve din konusundaki fikirlerinde Kazan’da geçirdiği yıllarda tanışmış olduğu Tatar Şeyhi Şehabettin Mercani’nin etkisi vardır. Mercani sayesinde eski Yunan ve Arap düşünürlerinin fikirleriyle tanışmıştır. Akçura’ya göre İslam modern bilimlerle uyum sağlayabilecek bir dindir ancak bunun için bir reforma ihtiyacı vardır. Bu reformlar sayesinde İslam özünde olan dinamizme yeniden kavuşacaktır. Akçura’ya göre İslam bilimsel gelişmelere ayak uydurabilecek bir dinamizme sahipken İslam toplumlarındaki geleneklere duyulan körü körüne saygı ve içtihat kapısının kapandığı görüşü İslam’ın dinamizmini kırmış ve onu geri kalmaya mahkum etmiştir.[39] Akçura ceditçilerin de etkisiyle; din reformuyla kültürel modernleşmeyi birbirine koşut olarak görmüştür. Bu sebeple modern bilimlerin öğretiminin İslami kurumlarla uyumlu bir biçimde kaynaştırılarak yeniden düzenlendiği bir nevi “modern medreselerde” verilmesi gerektiğini savunur. Böylelikle tarihsel sürecin mirası olan kurumlar dışlanmamış ve kültürel modernleşme ile din reformu bir arada yürütülmüş olacaktır. Akçura, Kemalist döneme kadar İslamiyet’i dışlayan tüm fikir ve reform hareketlerine karşı çıkmıştır. Tanzimat’a karşı çıkmasının nedeni de Tanzimat’ın önderleri olan Mustafa Reşit, Ali, Fuat hatta Mithat Paşaların İslami kurumları göz önünde tutmadan Batı taklidi bir modernleşme çabası içinde olduklarını düşünmesiydi. Onların İslamiyet’i dışlayan bu tavrının İslamiyet’in bağnaz ulemanın eline düşmesine ve gerici bir hal almasına sebep olduğu fikrindedir.[40] Ancak Kemalist dönemde Akçura’nın din konusundaki görüşleri değişmiştir. Dönemin nabzına uygun olarak siyasi görüşleri içerisinde dinin aldığı yer git gide arka plana düşmüştür.
Esasen Akçura’nın İslamcı olduğunu söyleyebilmek hiç bir dönemi için mümkün değildir. Akçura, İslam’ı son derece faydacı bir şekilde siyasi fikirlerinin içine yerleştirmiştir. Ona göre İslamiyet, Türklük ilkesine hizmet etmeli ve hizmet ettiği ölçüde toplumda yer edinmelidir. Yani dine bir kutsiyet atfetmemiş onu sadece politik bir araç olarak görmüştür. II. Abdülhamit’in istibdat döneminde Jön Türkler’deki, meşrutiyetin İslam’a uygun olduğunu kanıtlama çabasına katılmamıştır, o meşrutiyetin eski Türk törelerine uygun olduğunu kanıtlama çabasındadır. Akçura, İslami yasalarla Türk törelerini aynı düzlemde ele alarak şeriatın mutlak olma özelliğini bir kenara bırakmış ve ona göreceli, tarihsel bir değer yüklemiştir. Ona göre İslamiyet de tıpkı eski Türk töreleri gibi tarihsel bir gelenektir.[41] O dönem Türk milliyetçilerinin büyük bir bölümünün tutumu Kuran’a ve hadislere atıflarda bulunarak milliyetçiliğin İslam’a aykırı olmadığını kanıtlamaya çalışmaktır. Nitekim Ziya Gökalp de ilk dönemlerinde bunu göstermeye çalışmıştır. Ama Yusuf Akçura’nın böyle bir çabası da olmamıştır.[42] Ona göre İslamiyet milliyetçiliği kabul etmek zorundadır çünkü bu tarihin bir gerekliliğidir. Dinler de tarihin yasalarına boyun eğmek zorundadırlar. Hatta sadece milliyetçiliği kabul etmekle kalmayıp onun hizmetine de girmeleri gerektiğini savunmuştur.[43]
Akçura’nın gerçekleştirmek istediği dinde reform aslında İslamiyet’in millileştirilmesidir. Burada söz konusu olan “milli din” Gökalp’in savunduğu gibi bir “Türk İslamiyet’i” yaratmak değildir, yalnızca Türk halkının dini edebiyatı kendi diliyle öğrenmesini, Arapçanın tekelini kırarak Kuran’ın Türkçeleştirilmesini sağlamaktır. Akçura, yaptığı reform ile Hristiyanlık’a hem ulusal hem de halkçı bir karakter kazandıran Martin Luther’e hayranlık duymaktaydı ve din konusundaki fikirlerinde onun etkisi görülmektedir.[44]
V. SONUÇ
Yusuf Akçura tarafından ilk tohumları atılan Türkçülük ve Pan-Türkizm fikirleri yıkılmakta olan Osmanlı Devleti’ni kurtarabilmek amacıyla doğmuş son derece ilerici, toplumsal ve kültürel bir programdır. Daha sonradan bu fikirler tutucu kesimlerin kullandığı bir tema haline gelmiş olsa bile 20.yy’ın başında böyle bir durum söz konusu değildir. Türkçülük fikirlerinin tutuculuğa, ırkçılığa ve faşizme meyledişinin sebebi Türkçülük fikrinin düşünsel temellerinde veya bu fikrin kurucularında değil, ulusal ve küresel alanda yaşanan başka gelişmelerde aranmalıdır. Rus Devrimi’nin ardından Mustafa Kemal’in Sovyetler Birliği ile ilişkileri geliştirebilmek için Pan-Türkizm’e sırt çevirmesi, özellikle 1940’lı yıllarda Pan-Türkizm’in ırkçı kesimlerin tekelinde bir argümana dönüşmesine ve ırkçılıkla özdeşleşmesine sebep olmuştur. Aynı şekilde 1930’lu yıllarda Dünya çapında yükselen faşizm Türk milliyetçiliğini de etkileyerek belli kesimler nezdinde farklılıkları dışlayıcı ve otoriter bir hal almasına sebep olmuştur. 1960’lı yıllardan sonra ise tüm dünyada yükselen sol dalgaya karşı küresel çapta estirilen muhafazakarlaşma rüzgarları ile birlikte İslamcı-muhafazakar bir kesimin argümanı haline gelmiştir. Milliyetçilik fikrinin bu sapmalara karşı savunma mekanizmaları geliştirememesi ayrı bir tartışmanın konusu olmakla birlikte yaşanan sapmalar neticesinde ortaya çıkan akımlar artık milliyetçilikten ayrı ve farklı sonuçlardır. Dini otoriteye ve monarklara karşı, hürriyet ve eşitlik ideallerinden doğan bir akımın 20.yy’ın ikinci çeyreğinden itibaren özünden koparılarak muhafazakarlığın, dinciliğin ve otoriter yönetimlerin savunusuna dönüşmesi ironiktir. Nitekim Yusuf Akçura, Ziya Gökalp, Ahmet Ağaoğlu, İsmail Gaspıralı gibi Türk milliyetçiliğinin kurucu aydınlarının, bugünkü “milliyetçi” çevrelerin kendilerinden sayacakları kişiler olmadıkları da açıktır. Yusuf Akçura, Samet Ağaoğlu’nun da dediği gibi “fikirleri sola kaçan ilerici bir ideolog” olarak Türk düşünce hayatında yer edinmiş ve laiklik, kadın hakları, uluslaşma, hukuk, eğitim gibi alanlardaki ilerici düşünceleriyle Türk modernleşmesine önemli katkılarda bulunmuştur.
Yusuf Akçura, Osmanlı toplumundan bir ulus devlet ve ulusal burjuva doğuran sürecin mimarlarından biri ve yıkılan imparatorluktaki Türklere yeni bir ufuk kazandırarak toplumun kendine güvenini ayakta tutan kişidir. Buna rağmen “unutulan adam” haline gelmesi fikirlerinin yeni kurulan cumhuriyet ile tam olarak örtüşmemesi yüzündendir. Gökalp’in aidiyete dayanan millet anlayışı yeni kurulan Türkiye Devleti’nin etnik yapısına Akçura’nın kökene dayanan millet tanımından daya uygundu ve Akçura medeniyeti bölünmez bir bütün olarak kabul ederken Gökalp’in hars ve medeniyet ayrımını yapması yeni rejimin kendini Osmanlı’dan farklılaştırmasının ve Batılılaşmanın gerekli ideolojik zeminini sunmaktaydı. Bu sebeplerle Akçura, devlet içerisinde önemli makamlarda bulunmasına rağmen fikirsel olarak git gide Ziya Gökalp’in gölgesinde kalmıştır. Ayrıca Akçura’nın bir düşünür olarak özgün bir yanı da bulunmamaktaydı. Son derece faydacı hareket eden bir aydın olarak çağının fikir akımları içerisinden kendi tasarısına uygun gördüğü fikirleri almış ve kullanmıştır. Gökalp Türk milliyetçiliğinin teorisini çizerken o stratejisini çizen kişi olmuştur. Dinamizme ve değişime verdiği öneme rağmen gerçekçiliğe sıkı sıkıya bağlı olan fikirleri zamanın ve koşulların değişimi karşısında tutunamamış ve yavaş yavaş unutulmuştur.
[1] Nuri Yüce, “Yusuf Akçura”, İslam Ansiklopedisi, C.2, Türkiye Diyanet Vakfı, İstanbul, 1989, s.228
[2] Yusuf Akçura, “Sunuş”, Mehmet Ulusoy (önsöz yazarı), Türkçülüğün Tarihi içinde (7-16), Kaynak Yayınları, İstanbul, 2008, s.8
[3] François Georgeon, “Yusuf Akçura”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, C.4: Milliyetçilik, Çev: Alev Er, İletişim Yayınları, İstanbul, 2009, s.506
[4] Akçura, Ulusoy (önsöz yazarı), age, s.11
[5] Yusuf Akçura, “Önsöz”, Enver Ziya Karal (önsöz yazarı), Üç Tarz-ı Siyaset içinde (11-21), Türk Tarih Kurumu, Ankara, 2014, s.12-13
[6] Yüce, age, s.228
[7] Akçura, Ulusoy (önsöz yazarı), age, s.13
[8] Yüce, age, s.228
[9] Georgeon, age, s.508
[10] Age, s.512
[11] Age, s.507
[12] Age, s.507
[13] Age, s.508
[14] Age, s.508
[15] Yüce, age, s.229
[16] Age, s.229
[17] Yusuf Akçura, Türkçülüğün Tarihi, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2008, s.128-129; Georgeon, age, s.508
[18] Yusuf Akçura, Üç Tarz-ı Siyaset, Türk Tarih Kurumu, Ankara, 2014, s.24
[19] Akçura, Türk…, s.58 – Akçura, Üç…, s.27-33
[20] Akçura, Üç…, s.23-36
[21] Age, s.36-37
[22] Age, s.39
[23] Ahmet Temir, Yusuf Akçura, Türk Kültürü Araştırma Enstitüsü, Ankara, 1997, s.67; Georgeon, age, s.509
[24] Akçura, Üç…, s.26
[25] Georgeon, age, s.509
[26] Age, s.511
[27] Akçura, Ulusoy (önsöz yazarı), age, s.10; Georgeon, age, s.509
[28] Akçura, Türk…, s.19
[29] Büşra Ersanlı, “Bir Aidiyet Fermanı: Türk Tarih Tezi”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, C.4: Milliyetçilik, İletişim Yayınları, İstanbul, 2009, s.802
[30] Georgeon, age, s.511
[31] Akçura, Türk…, s.57
[32] Age, s.139
[33] Temir, age, s.68; Georgeon, age, s.511
[34] Georgeon, age, 2009, s.511-512
[35] Mehmet Karakaş, “Ziya Gökalp ve Yusuf Akçura’nın Türkçülük Görüşlerinin Karşılaştırılması”, Doktora Tezi, İstanbul Üniversitesi, SBE, Sosyoloji Bölümü, 1996, s.126
[36] Karakaş, age, s.130; Akçura, Ulusoy (önsöz yazarı), age, s.15; Georgeon, age, s.512
[37] Georgeon, age, s.513
[38] Akçura, Ulusoy (önsöz yazarı), age, s.16
[39] Georgeon, age, s.505-506
[40] Age, s.506
[41] Georgeon, age s.507
[42] Age, s.510
[43] Akçura, Üç…, s.37-38
[44] Georgeon, age, s.510
Bu yazı yorumlara kapalı.