İdeolojilerin sonunun gelip gelmediği tartışıla dururken Japon asıllı Amerikalı sosyolog Francis Fukuyama 1989 yılında yazdığı bir makaleyle tarihin de sonunu ilan etti. Fukuyama’nın daha sonra genişleterek “Tarihin Sonu ve Son İnsan” ismiyle kitaplaştırdığı tezinin özü şuydu: Otoriter hükümet sistemi ile merkezi plan ekonomisinin çöküşü neticesinde evrensellik iddiasına sahip yalnızca tek bir politik model kalmıştır; liberal demokrasi. Artık liberalizm rakipsiz bir şekilde dünyanın hâkimidir ve bundan sonra da bu durum değişmeyecektir. Yani Batı Uygarlığı, insanlık gelişiminin son noktasına ulaşmış, en iyi ve en kusursuz sistemi kurmuş, böylece insanlık tarihi sona ermiştir.
Aslında tarihin sonuna varıldığı ilk kez düşünülmüyordu. İlk olarak Doğu’yu ve Batı’yı fetheden Büyük İskender bu iki medeniyeti birleştirerek nihai ve ebedi bir medeniyet yaratma denemesini yapmıştı. Ardından, Cicero’nun tek dünya devleti fikriyle Roma İmparatorluğu çıka geldi. Daha sonra ise en mükemmel düzeni kurduğunu ve artık bunun sonsuza kadar süreceğini düşünerek kendini “devlet-i ebed müddet” olarak adlandıran Osmanlı İmparatorluğu. Hepsi yükselişlerinin zirve noktasına erdiklerinde artık tarihin sonuna ulaştıklarını düşünmüşlerdi. Tarihin sonunun liberalizm olduğu fikri ise ilk olarak Alman düşünür Friedrich Hegel tarafından ortaya atılmıştı. Hegel, “ata binmiş dünya tini” (weltgeist zu pferde) olarak adlandırdığı Napoleon Bonaparte’ın 1806’daki Jena Zaferi’nin ardından “eşitlik, özgürlük ve kardeşlik” ilkelerinin artık dünyaya hakim olduğunu ve toplumsal ve politik örgütlenmenin liberalizme üstün olabilecek alternatif ilke ya da biçimlerinin söz konusu olamayacağını iddia etmişti.[1] Hegel tarihsel sürecin sonsuza kadar sürmeyeceğini, gerçek dünyada özgür toplumların oluşmasıyla sona ereceğini düşünüyordu.[2] Aslında Karl Marx da Hegel’in tarihin sonu inancını paylaşır. O da, Hegel’in kinden çok daha farklı bir son olsa da tarihi sona erdirecek çelişkisiz ve nihai bir toplum düzeni öngörmekteydi. En son olarak ise özellikle Amerika’daki yeni-muhafazakar çevreler nezdinde büyük heyecan yaratan Fukuyama, Hegel’in idealist temelli diyalektik düşüncesinin temelini teşkil eden ‘tarih, rakip düşüncelerin mücadelesinin yansıdığı alandır’ düşüncesine dayanarak günümüzde liberalizme rakip olabilecek bir modelin kalmaması gerekçesiyle tarihin sona erdiği savunmaktadır.
Fukuyama’ya göre liberalizm insan doğasına en uygun olan ve insan arzularını en tatmin eden düzendir. İnsanlık tarihi liberalizm ile onun rakipleri olan fikirlerin çatışmasıyla geçmiş ve nihayetinde liberalizm tüm rakiplerini alt edebilmiştir. Yeryüzünde liberal demokrasinin bu kadar farklı bölgelerde ve farklı toplumlarda başarı kazanması, insanlığın günden güne artarak bu politik modele yöneliyor olması, bu modelin hüküm sürdüğü bölgelerdeki insanların yaşamlarından memnun olması ve bu modele karşı yaşam gücüne sahip başka modeller ortaya konulamamasının ise liberalizmin zaferinin bir rastlantı veya etnosantrik önyargıların bir sonucu olmadığını, mutlak ve nihai bir zafer olduğunu gösterdiği iddiasındadır. Yine Fukuyama’ya göre monarşik yapılar, imparatorluklar, dini merkezler tarih boyunca liberal düşünceyi ve onu savunanları alt etmeyi amaçlamış ancak zaman içinde liberalizm hepsine karşı üstün gelmiştir. Liberalizm karşıtı bu güçler son yüzyılda kendini faşizm ve komünizm olarak göstermiş ancak onlar da liberalizm karşısında duramayarak yıkılmış hatta bugün zamanında bu ideolojilerin temsilcileri olmuş Rusya ve Çin gibi devletler dahi liberalizme yönelmiştir. Bu da bize göstermektedir ki, tüm insanlara ve tüm toplumlara kendini kabul ettiren sistem, insanlık tarihinin başından beri mevcut olan problemi çözmeyi ve insanların ihtiyaçlarını karşılamayı başarmış olan sistemdir ve bu sürekli değişim halindeki bir insanlık çevresinde ayakta kalma ve kendini bu değişime uydurma yeteneğine sahip bir sistemdir. Yani özgürlük ve eşitlik ideallerinin Fransız ve Amerikan Devrimlerini esinlendirmesinden iki yüzyıl sonra bu ideallerin yalnızca dayanıklı değil, aynı zamanda yeniden yaşam bulabilir olduğu görülmüştür.[3]
Görüldüğü gibi, Fukuyama günümüz liberal sisteminin köklerini Fransız ve Amerikan Devrimlerine hatta tarih boyunca monarşilere, teokrasilere, gericiliğe karşı verilen tüm mücadelelere dayandırarak liberalizmin günümüzdeki zaferinin aslında özgürlük ve eşitlik ideallerinin bir zaferi olduğunu iddia etmektedir. Ancak günümüz liberalizminin, bahsetmiş olduğu özgürlük ve eşitlik ideallerini ne ölçüde taşıdığını ve o idealler uğruna verilen mücadelelerle ne ölçüde tarihsel bağlarının kaldığını sorgulamamaktadır. Günümüz liberalizmi, kapitalist ekonomi ile iktisadi alanda sömürü düzenini benimserken, siyasi alanda da redd-i miras yaparak özgürlük ve eşitlik gibi idealler ve bu idealler uğruna verilmiş olan mücadelelerle olan tüm bağlarını koparmış haldedir. Uzun yıllar ve zorlu mücadeleler sayesinde üretilmiş olan idealler ile gelişmekte olan iktisadi sistemin bir arada yürüyemeyeceği aslında aşikardı, Marx ve Engels gibi aydınlar bunu zaten söylüyorlar, Paris Komünü, 1848 Devrimleri gibi hareketler bu çelişkiye tepki olarak yükseliyordu. Oluşan bu çelişki ortamında Batı sistemi kendi varlığının ve gücünün devamı adına daha hayati olarak gördüğü iktisadi sömürü düzeninin gelişimi ve devamı için kendi üretmiş olduğu ideallerden vazgeçmiştir. Tarihin Sonu fikrinin savunucularından biri olan Aron Kojeve ise iktisadi liberalizmin siyasi liberalizmin önüne geçmesini, maddi zenginlikte ve politik istikrarda yüksek bir düzeye ulaşmış kapitalist demokrasilerin Fransız Devriminin ilkelerini en çok benimseyen ülkeler olduğu ve bu nedenle bu toplumlarda artık temel çelişkilerin kalmadığını bu sayede de kendi hallerinden memnun ve kendine yeterli duruma gelen bu toplumların büyük politik mücadelelerle uğraşmak yerine kendilerini tamamen ekonomik faaliyete adayabilmeleri sayesinde gerçekleştiğini iddia eder.[4] Kojeve de, tıpkı Fukuyama gibi, kapitalist demokrasinin Fransız Devriminin ilkelerini taşıdığı gibi hayali bir ön kabule dayanarak Batı dünyasında iktisadi çıkarların; siyasi ve ahlaki taleplerin, ideallerin önüne geçmesini insanların bu taleplerinin zaten karşılandığı, büyük ideallerin gerçekleştiği ve bu sayede mutlu mesut yaşayan toplumların ekonomik faaliyetler dışında büyük bir mücadele vermek zorunluluğundan kurtulması olarak açıklar. Aynı doğrultuda Fukuyama, liberal demokrasilerdeki işsizlik, çevre kirliliği, uyuşturucu bağımlılığı, yüksek suç oranları gibi sorunları kabul etmesine rağmen bunları dolaysız sorunlar olarak önemsiz görüp bir kenara bırakarak günümüzde insanlar hallerinden bu kadar memnun ve tatminkar görünürken eğer daha derin ve büyük çelişkiler keşfedemiyorsak tarihin sonuna geldiğimizi kabul etmemiz gerektiğini söyler.[5] Aslında günümüz insanının haline baktığımızda onların bu halinin gerçekten memnuniyet ve mutluluktan kaynaklandığı sanılarak bu durumda da insanlık ideallerinin gerçekten gerçekleşmiş olduğu düşünülebilir. Ancak bu düşünce gerçeği ne kadar yansıtmaktadır? Günümüzün tepkisizleşmiş, apolitik, ideallerini kaybetmiş ve pragmatist insanı gerçekten mutlu mudur? İşin garip tarafı gerçekten de ilk bakışta toplumun en üst tabakasından en alt tabakasına kadar her kesimin mutlu gibi görünmesidir. Peki ama bu durumda mutluluk nedir? Küresel krizin vurduğu, “rüyaları süsleyen” o devletin vatandaşları, kendileri mortgage kredilerini ödeyemedikleri için barınma hakları yok sayılarak evlerinden yaka paça sokağa atılmış haldeyken, kendi devletlerinin onları değil de, büyük şirket ve bankaları kurtarıyor olmasından gerçekten mutluluk duyuyorlar mıdır veya yine aynı devlette zenginlerden alınacak ek vergiler ile düşük gelirli insanlara sağlık sigortası yapılması fikrine zenginlerden daha çok karşı çıkan düşük gelirli kitleler gerçekten mevcut hallerinden mutlu oldukları için mi böyle bir tepki veriyordur? Küresel sermaye 3. dünyayı acımasızca sömürürken, onların kanı ve terini emerek beslenirken tüm bu zulme maruz kalan insanların buna aldırmadan, şehirlerine yeni açılan Starbucks şubesinde huşu içerisinde kahvelerini yudumlarken hissettikleri gerçekten mutluluk mudur? Aslında yapılan insanların mutluluğunu sağlamak değil onlara bir mutluluk yanılsaması yaşatmaktır. “Tüketebildiğin ölçüde mutlusun” düşüncesi insanların akıllarına bir kere yerleştirildikten sonra herkes için tüketim gücüyle orantılı olarak bir mutluluk sanrısı yaratılır. Yani açıkça görmekteyiz ki bugün emperyalizm ve kapitalizm, popüler kültür ve tüketim vasıtasıyla insanlara istediği her şeyi hatta sömürünün kendisini bile mutluluk olarak kabullendirebilmektedir. Fukuyama’nın arayıp da bulamadığı en büyük çelişki de bu sayede gizlenebilmektedir.
Fukuyama’ya ve onun “muzaffer” liberal demokrasisine yöneltilebilecek en önemli eleştiri eşitsizlik temellidir. Ancak Fukuyama, Tocqueville’nin görüşlerinden bir takım çıkarımlar yaparak aslında bu eşitsizliğin gerekli ve giderilmez olduğunu ve eşitsizlere “aynı onuru” verme yolundaki her çabanın, öteki insanların özgürlük ve haklarını kısıtlayacağını ileri sürer.[6] Örneğin çalışma hakkı, konut hakkı, sağlık hakkı gibi “ikinci ve üçüncü kuşak” olarak nitelediği hakların varlığını mülkiyet hakkı ve özgür ekonomik etkinlik hakkı gibi öteki haklarla uyumlaştırmanın mümkün olmadığını söyler.[7] Aslında bunu söylerken tarihin sonu olarak gördüğü liberal demokrasi için, eşitsizlik piramidinin en tepesinde bulunan küçük zümrenin rahatça ekonomik etkinliklerde bulunabilmesinin, piramidin alt kesimlerinde bulunan büyük halk kitlelerinin sağlık ve barınma gibi yaşamsal haklarından bile daha önemli gördüğünü itiraf etmektedir. Bu durumda, liberalizmin yarattığı bu acımasız eşitsizlik ve sömürü düzeninde kaçınılmaz olarak doğacak ve git gide daha da artacak olan sınıfsal ve sosyal huzursuzlukların üstünü sonsuza kadar tüketim kültürü ve popüler kültür ile örtmek mümkün olmayacaktır ve bu huzursuzluklardan doğacak olan yeni fikirler ve toplumsal hareketler “tarihin sonu” hayallerini yok edecektir.
Üretilen tüm ütopyaların ve ideolojilerin temelde cevap aradığı büyük sorulardan biri, özgürlük ve eşitliğin hangi noktada dengeleneceği veya bu kavramlardan hangisinin toplum düzeninde baskın kılınması gerektiğidir. Aslında modern çağların bütün ideoloji ve fikirleri bu soruya verdikleri cevap etrafında şekillenmişlerdir. Fukuyama’ya göre ise ne özgürlük ile eşitliğin dengelenebileceği sağlam ya da doğal bir nokta, ne de bu iki ilkeyi aynı anda optimize etmenin belli bir yolu vardır.[8] Bu durumda da “özgürlük için” eşitlikten vazgeçilmesi gerekmektedir. Zaten ona göre, eşitsizlik insanın yaratılışına dayanan doğal bir durumdur. İnsan yaratılışından gelen yetenek ve özellikleriyle eşitsiz olarak dünyaya gelmiştir ve nasıl ki “herkes piyanist ya da şair olamazsa aynı şekilde herkes, Madison’un da saptadığı gibi, mülk sahibi olmada da aynı yeteneklere sahip olamaz”.[9] Böyle gayriinsani ve gayriahlaki bir fikri benimseyebildikten sonra ise eşitlik rahatça gözden çıkarılabilecek gereksiz bir kavram olarak kalmaktadır. Ama yine de kapitalist toplumun kendinden önceki toplumlara göre daha eşitlikçi olduğunu iddia etmekten de geri kalmaz. Bu iddiasını ise, çelişkiye düşerek, aslında kendisinin ve liberal çevrelerin karşı olduğu müdahaleci ekonomi ve sosyal güvenlik politikalarıyla açıklar.[10] Varolan eşitsizliklerin nedenini ise yine eşitsiz insanların kendilerinde aramaktadır. Örneğin ABD’deki sınıf farklılıklarının nedeninin eğitim farkına dayandığını, doğru eğitime sahip birisinin önünde yükselme kapılarının açık olduğunu, yetersiz eğitime sahip birisinin ise sanayi toplumunda hızla ikinci sınıf insan haline geldiğinden bahseder.[11] Oysaki modern toplumlardaki eşitsizliğin kaynağı olarak gördüğü eğitim farkı zaten kapitalizmden kaynaklanmaktadır. Kapitalizm herkese eşit ve ücretsiz eğitim hakkı sağlamamaktadır. Ücretsiz olarak alınabilecek eğitim imkanı varsa bile bu eğitim nitelik olarak aşağı kalmakta veya nitelik olarak üstün olsa bile kapitalizmin yarattığı reklam çağında ücretsiz olarak alınabilecek eğitim, kişiyi “özel” kurumlarda alınan reklam yönü ağır basan eğitim sayesinde girilebilen sosyal sınıfa sokamayacaktır. Bu durumda da her ne kadar sınıfsal geçişkenliğin arttığı iddia edilse de aslında sosyal sınıfların olduğu gibi durduğu, sınıflar arası geçişin eğitimle pek de alakalı olmadığı aksine nitelikli, bilgili insan yetiştirmekten ziyade reklam çağında satabilecek insan yetiştirme kaygısı güden ve kendisinden de bu talep edilen “özel” kurumlara dayandırılmış kapitalist eğitim sisteminin de aslında bu sınıfsal farklılaşmayı beslediği görülmektedir.
Fukuyama’ya ve tarihin sonu tezine getirilebilecek diğer bir eleştiri ise kültürel temellidir. Tarihin sonu tezi daha en başta, Batı Medeniyeti’nin izlemiş olduğu gelişim sürecinin, dünya üzerindeki herhangi bir toplumun “medeni” sıfatını kazanabilmek için izleyebileceği tek yol olduğu ve bu yolun kaşifi Batı Medeniyeti’nin bugün gelmiş olduğu noktanın ise varılabilecek yegane ve nihai nokta olduğu fikrine dayanır. 19.yy’da sosyal darwinizmin gelişimiyle bu tez modern batı düşüncesinin temellerini oluşturacak şekilde yer edinmiştir. Böylece emperyalizm ve ulusal düzlemdeki sömürü “meşru”laştırılmış ve “bilimsel” temellere dayandırılmıştır. Bundan böyle Batı medeniyetinin rasyonalist, pragmatist, pozitivist ve endüstriyel yolu dışında başka bir yol olabileceği fikri bile “entelektüel” bir dışlanmaya maruz bırakılmış, adeta yasaklanmıştır. Tarihin sonu fikirleri de işte bu tabulaşmış ve sorgulanması bile yasaklanmış fikirlere dayanmaktadır. Fukuyama’ya göre farklı insan topluluklarının farklı gelişim süreçleri izleyebileceği fikrini kabul etmek, insanlığın geri gidebileceği, mesela yeniden köleci toplumun kurulabileceği, monarşilerin yeniden canlanabileceği veya kadınların seçme ve seçilme haklarını gene kaybedebilecekleri gibi ihtimallerin gerçekleşebileceğini kabul etmeyi gerektirir. Buradan hareketle, bu ihtimallerin gerçekleşme şansları bulunmadığından, farklı insan topluluklarının gelişim sürecinin sadece tek bir yol üstünde ilerleyebileceği sonucuna varır.[12] Fukuyama’nın gözden kaçırdığı nokta ise toplumların kendi tarihsel ve kültürel birikimlerine dayanarak izleyebilecekleri farklı gelişim süreçlerinin var olmasının, hatta bu gelişim süreçleri her toplumu çok farklı sonuçlara vardıracak olsa bile, bu toplumlardaki gelişim sürecinin geri dönebileceği anlamına gelmeyeceğidir. Tabi ki; bu süreç içerisinde geri bir konumu temsil eden sistemler, düşünceler hortlayabilecektir ancak bunlar, tıpkı Batı’da faşizmin doğuşu gibi, mekânsal ve zamansal olarak kısıtlı kalarak insanlığın büyük çerçevesinden görülebilen ilerleyişi tersine çeviremeyecek ve tamamen durduramayacaklardır.
Modernleşme teorilerinin sözcüleri gerek Marx gerekse Weber ve Durkhaim gibi sosyologlara göre gelişim belli ve kurallı bir büyüme şemasına göre gerçekleşmekte ve farklı ülke ve kültürlerde zaman içinde aynı toplumsal ve politik yapıları ortaya çıkarmaktadır. Sadece Büyük Britanya ve Birleşik Devletler gibi endüstrileşmiş ülkeleri inceleyerek yapılan bu çıkarımların farklı bir kültürel ve toplumsal birikime sahip batı-dışı toplumlar için pek de gerçekçi olmadığı açıktır. Nitekim Marx da bunun farkına varmış olacak ki Asya tipi üretim teorisini geliştirmiş ancak gerçek anlamda Doğu’yu tanımadan, sadece Babür Sarayı’nda yıllarca doktorluk yapmış olan seyyah-doktor François Bernier’in Türkiye, İran ve Hindistan ile ilgili yazılarına dayanarak geliştirdiği ardından Çin, Japonya ve Rusya’daki farklı toprak rejimlerini öğrendikçe birçok değişiklikler yaptığı bu teori de Doğu medeniyetini, kültürünü, anlayışını ve toplumsal düzenini anlayabilmekten uzak kalmıştır. II. Dünya Savaşı’nın ardından ise “modernlik” kriterleri daha da bir özelleştirilerek tipik Amerikan anlamlar kazanmıştır. Etnosantrik bu düşünceler, Edward W. Said’in çıkıp Batı’nın bu çarpık fikirlerini kendi yüzlerine vuruncaya dek tereddütsüz ve tartışmasız olarak kabul görmüştür. Said sayesinde günümüzde bu düşünceler sarsılmış ve akıl ve vicdan sahibi birçok Batılı düşünür tarafından sorgulanmaya başlanmıştır. Bununla birlikte batı-dışı toplumlarda özellikle İslam coğrafyasında Batının kültürel ve politik hegemonyasına karşı yükselen siyasi akımlar tarihin sonu ve liberal demokrasinin zaferi fikirlerini oldukça güç duruma sokmuştur. Bu gelişmeler karşısında Fukuyama, tezinde bir takım değişiklikler yaparak neden tarihin sonuna varılamadığını açıklamaya çalışmıştır. Bu amaçla kaleme aldığı “Devlet İnşası” kitabında tarihin sonu tezinin gerçekleşmesine ve liberal demokrasinin nihai zaferine mani olanların küreselleşme sürecine adapte olamamış zayıf devletler olduğunu söyler. Bu durumda liberal demokrasinin zaferi için bu devletlerde ya dıştan müdahale ya da içten gelen muhalefet yoluyla rejim değişikliklerinin sağlanarak küreselleşme sürecine adapte edilmeleri gerektiğini savunur. İçten veya dıştan yapılacak müdahaleler neticesinde rejim değişikliği, yeni rejimin inşası ve inşa edilen rejimin güçlendirilmesi süreçleri izlenilerek hedef ülke küreselleşmeye yani Batı’nın/ABD’nin politik sistemine adapte edilecek böylece Fukuyama’nın liberal demokrasi olarak adlandırdığı kapitalist ve emperyalist sisteme sömürü nesnesi olarak dahil edilecektir. Fukuyama, 2004 yılında yazdığı bu kitabıyla hem açmaza düşen tarihin sonu tezini kurtarmaya, hem de ABD’nin 2001 yılında Afganistan’a askeri müdahalesi ile başlayan ardından başka ülkelere yapılan askeri müdahaleler ve iç müdahaleler ile gerçekleştirilen turuncu devrimler, Arap baharları gibi hareketlerle halen devam eden emperyalist politikaları düşünsel bir kisve ile meşrulaştırmaya çalışmıştır.
Aslında, tarihin sonu teziyle ideolojik düzlemde sıkışan Batı sistemine ilk hayat öpücüğü Samuel Phillips Huntington’un 1993 yılında Foreign Affairs dergisinde yayınlanan bir makalesinde ele aldığı ardından da 1996 yılında “Medeniyetler Çatışması” ismiyle kitaplaştırdığı teziyle gelmişti. Tarihin sonu tezi, din ve ideolojilerin sonu fikirleriyle birlikte, en üst seviyeye ulaşmakla iç dinamiklerini yitirmiş, herhangi bir gelişim veya değişim gösteremeyecek, durağan bir durum tasarlıyordu. Ancak bu durağan durum sistemin varlık sebebinin daha fazla sorgulanmasına ortam yaratıyor, aynı zamanda da iddia edilenin aksine “liberal demokrasi”nin henüz işgal edemediği batı-dışı coğrafyalar üzerinde etken bir rol oynanmasına fikri düzlemde engel oluşturuyordu. İşte, Huntington Batı Medeniyeti’nin karşısına yeni düşmanlar yerleştirerek bu durağanlığın aşılmasına ve sistemin yeni bir varlık sebebi bulmasına yardım etmiştir. Bu bir bakıma tarihin sonu tezinin de reddiydi, liberal demokrasinin tüm dünyada zafer kazanamadığının ve Batı sisteminin tüm dünyayı himaye altına alamadığının ikrarı demekti. Fukuyama’nın diğer medeniyetleri pasif, edilgen ve önemsiz gören ukala bakışı, Huntington ile bu medeniyetleri farklı ve düşman olarak gören bir bakışa dönüşerek tarihin sonunda öngörülen yegane ve nihai sistemin en azından şimdilik kurulamadığını kabul ediyor ancak bu amaçla savaşılması gerektiğini söylüyordu. Huntington, Batı Medeniyeti’nin düşmanı olarak Çin ve özellikle de İslam Medeniyetini gösteriyordu. Artık Batı Medeniyeti’nin yeni düşmanları vardı ve bu düşmanlara karşı Batı bütün gücü ile savaşmalıydı, böylece emperyalizm için yeni bir gün doğmuş oluyordu.
Tarih bize defalarca göstermiştir ki; her “son” tasavvuru ve her “yegane ve nihai” olma iddiası aslında iddia sahibi gücün yükselişinin sonuna vardığının, artık çöküşün başladığının işaretidir. Her devletin tıpkı bir insan gibi doğup, büyüyüp sonunda öleceğini söyleyen İbn-i Haldun; çöküşün, var olan düzenin sonsuza dek süreceği sanrısı ve kendini beğeni ile kibre kapınılmasıyla başladığını söyler. İbn-i Haldun’un o gün devlet olarak bahsettiği gücü bugün sistem olarak değerlendirmek hatalı olmaz ve onun bahsettiği çöküş emareleri günümüz egemen sisteminde de artık açıkça görülmektedir. Bunun farkında olan Batı sistemi de yeni arayışlarla hükümranlığını korumaya çabalamaktadır. Bu farkındalığa ve tüm gücüne rağmen, egemen sistemin barındırdığı çelişki ve adaletsizlikler sayesinde bir çok muhalif hareketin doğuşu engellenememektedir. Bu hareketler, gerek ilerici gerek gerici niteliklerde olmalarına rağmen gelişmeye başlamış hatta yerkürenin büyük bir bölümünde etkin hale gelmişlerdir. Michael Hardt ve Antonio Negri, İmparatorluk isimli kitaplarıyla bu hareketlerin sanılanın aksine çok daha güçlü ve yaygın olduğunu gözler önüne sererek, post-modern tepkinin manifestosunu da ortaya koymuş oluyorlardı.
[1] Francis Fukuyama, Tarihin Sonu ve Son İnsan, Profil Yayıncılık, s.100
[2] Age, s.99
[3] Age, s.76
[4] Age, s.103-104
[5] Age, s.364
[6] Age, s.369-370
[7] Age, s.76
[8] Age, s.369-370
[9] Age, s.366
[10] Age, s.367
[11] Age, s.160
[12] Age, s.108
Bu yazı yorumlara kapalı.