İçeriğe geç

Şarkiyatçılık: Bir Kürede Doğu’nun Ve Batı’nın Tayini

“Esrar!

Tevekkül!

Kısmet!

Kafes, han, kervan

                        şadırvan!

Gümüş tepsilerde rakseden sultan!

Mihrace, padişah,

bin bir yaşında bir şah.

Minarelerden sallanıyor sedef nalınlar,

burunları kınalı kadınlar

ayaklarıyla gergef dokuyor.

Rüzgârlarda yeşil sarıklı imamlar ezan okuyor!”

İşte frenk şairinin gördüğü şark!

İşte

dakikada 1.000.000 basılan

kitapların

            şarkı!

Lâkin

ne dün

         ne bugün

                    ne yarın

böyle bir şark

                 yoktu,

                        olmayacak!

Şark

üstünde çıplak

                 esirlerin

                        aç geberdiği toprak!

Şarklıdan başka herkesin

orta malı olan memleket!

Açlığın kıtlıktan öldüğü diyar!

Ağzına kadar

buğdayla dolu ambar!

                        Avrupanın ambarı!

                                                          – Nazım Hikmet

 

Şark, Avrupa’nın en büyük, en zengin, en eski sömürgelerinin mekanı, uygarlıkları ile dillerinin kaynağı, kültürel rakibi, en derin, en sık yinelenen “öteki” imgelerinden biridir. Ayrıca Şark, onun karşıt imgesi, düşüncesi, kimliği, deneyimi olarak Avrupa’nın (ya da Batı’nın) tanımlanmasına yardımcı olmuştur. Ne ki, bu Şarkların hiçbiri salt imgelemde yaratılmış değildir. Şark, Avrupa’nın maddi uygarlığı ile kültürünün bütünleyici bir parçasıdır.[1] Edward Said, Şarkiyatçılık isimli ünlü eserinde Şark’ı bu şekilde tanımlamaktadır. Said’e göre Batı tarafından öyle bir Şark tasarlanmıştır ki, bu Şark Batı’nın ifade ettiği değerlerin tam karşıtını ifade etmekte ve bu karşıtlık sayesinde Batı hem kendisini hem de Doğu’yu tanımlamakla birlikte kendi üstünlüğünü de tescil etmektedir. Şarkiyatçı düşünceye göre, ele alınan tüm varlıkların devrolunamaz, ortak temelini oluşturan hatta kimi zaman açıkça metafizik terimlerle betimlenen bir özünün var olması gerekir; bu öz, hem tarihin şafağına uzandığı için “tarihsel”dir hem de varlığı, araştırma “nesne”sini, diğer tüm varlıklar, devletler, uluslar, halklar, kültürler gibi tarihsel evrim alanında işleyen güç vektörlerinin bir ürünü, bir sonucu olarak tanımlamak yerine, kendi devrolunamaz, evrilemez özgüllüğünde dondurduğu için temelde tarih dışıdır. Böylelikle, gerçek bir özgüllüğe dayanan, ama tarihten koparılmış, dolayısıyla soyut, özsel olarak kavranmış bir tip sınıflamasına varılır sonunda; bu da, incelenen “nesne”yi başka bir varlığa dönüştürür ve inceleyeni de bu nesne karşısında aşkınlaştırır.[2] Bu tasarlanmış olan Şark, Batı Dünyası ve Batı kimliği tarafından öylesine benimsenmiş, öylesine içselleştirilmiştir ki Batı Dünyası için köşe taşı olmuş bütün eserler, düşünceler ve eylemlerde bu Şark imgesiyle karşılaşılmaktadır ve bu imge öyle yoğun işlenmiştir ki artık Doğu tarafından da benimsenmiş, kabullenilmiştir. Bu durumun yarattığı Batı hayranlığı, geri kalmışlık ve aşağılık kompleksi, daha sonraları Doğu toplumlarında görülecek olan modernizasyon hareketlerinde oldukça olumsuz etkiler göstermiştir.

Batı, Doğu’ya ilişkin kurduğu ortak hayalini kitaplar, resimler, şiirler, filmler, fikirler, müzeler, tarih kayıtları ile yüzyıllar süresince tasarladı ve bu tasarım sonucunda Doğu’ya kahinlik, Batı’ya ise hekimlik rolü verildi. Buna göre; Doğu, Dünya’nın; egzotik, mistik, zayıf, duygusal, akılcı olmayan, ataletin, zevk ve sefanın, acının, yenilginin, hüznün hüküm sürdüğü parçasıdır ve yönetilmeye muhtaçtır. Batı ise akılcı, güçlü, sert, başarılı ve yöneten parçasıdır. Şekil itibariyle küresel olan dünyada Doğu ve Batı’nın neresi olduğu bu rollerle belirlenmiştir. Ne yazık ki verilen bu roller sadece bir tasavvur olarak kalmamıştır. Doğu, Şarklı kılınabilmesi yani, Şarklı kılınmışlığa boyun eğmesi için Şarklılaştırılmıştır.[3] Artık Doğu için de Batı içinde bu roller öyle içselleştirilmiştir ki varlıklarının özü olarak görülür ve birbirlerine karşı verilecek olan tüm mücadeleler de bu tasarlanmış öz uğrunda verilir. Günümüzde Doğu kaynaklı fikirlerin sürekli dinci, muhafazakar ve aynı şekilde ötekileştirici söylemlere sarılarak akıl düşmanlığını ve aydınlanma değerlerini reddetmeyi Batı düşüncesine karşı mücadelenin yegane yöntemi olarak görmesi veya El-Kaide, Taliban gibi örgütlerin, belki de Baudrillard’ın dediği gibi oyunun kuralları Batı tarafından bozulduğu için başka türlü şekillenme seçeneği olmadığından, Batı emperyalizmine karşı, aslında kendilerine düşen rollere uygun ve rollerini içtenlikle benimsediklerini gösterir bir şekilde mücadele etmeleri hep bu verilmiş rollerin artık öze dönüşmesinin sonucudur.

Aynı şekilde bu öz Batı için de, emperyalizme, Doğu’yu ekonomik, siyasal ve kültürel olarak hegemonya altına almaya meşruiyet kazandırmaktadır. “Egemen” olan Batı, Doğu’yu yönetmeyi, iç işlerini denetlemeyi, gerekirse oraları “özgürleştirebilmek” için işgal etmeyi kendisinin en meşru ve özünden kaynaklanan bir hakkı olarak görmektedir. Batı için aksi düşünülemez olan bu düşünce “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” mücadelesinin en önemli isimlerinden olan Montesquieu’nün iklim teorisinden, liberalizmin önemli ismi John Stuart Mill’in Hintliler’in ırkça geri oldukları için yönetilmek zorunda oldukları fikirlerine kadar Batı kaynaklı her fikirde çok doğal bir şekilde yer edinebilmiştir. Öyle ki Karl Marx dahi bu düşüncenin dışında değildir. İngilizler’in Hindistan’daki yıkıcı etkilerinin yanında aynı zamanda orayı medenileştiren yapıcı bir etkilerinin de bulunduğunu, orada eski Asya toplumunu yok ederek yerine Batı toplumunun temellerini attıklarını iddia etmesi[4] veya Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i’nde “onlar kendilerini temsil edemezler, temsil edilmeleri gerekir (Sie können sich nicht vertreten, sie müssen vertreten werden)”[5] demesi bu düşüncenin en sistem dışı Batılı için bile aksinin akla gelmeyecek kadar doğal ve meşru görülmesinin sonucudur.

Şüphesiz ki bu düşünce, ondan izler taşıyan pek çok aydın, sanatçı ve düşünür için onların şahsi kötülüklerinden kaynaklanmamaktadır. Asıl sorun bir medeniyetin gelişim sürecinin sonucunda ortaya çıkan tasarlanmış öğretinin, herkes için gerçekliğe ve öze dönüşmesidir. İşte bu, “gerçeklik”in ve “öz”ün tasarlanış ve içselleştirilme sürecinin uzunluğu ve bu uzunluk dolayısıyla bireylerin hatta devletlerin dahi kontrol mekanizmalarının dışında bulunması var olan en büyük ve en sinsi sistemi oluşturmaktadır. Tabi ki bu sistem insanlığın veya dünyanın bir tarafında yaşayan insan topluluğunun doğal gelişiminin bir sonucu değildir, bu sistem yine insanlar ve devletlerin etkileri sonucu şekillenmiştir. Yüzyıllar içinde devletlerin izlediği politikalarla, birbirleriyle ilişkileriyle, buldukları savaş nedenleriyle, entrikalarıyla veya siyasetçilerin, sanatçıların, düşünürlerin, belki de tek başına ele alındıklarında söz konusu sistemle bir alaka kurulamayacak kadar masum olmalarına rağmen, eserleriyle, fikirleriyle oluşturdukları ufak etkilerin birikimiyle şekillenmiştir. Heredot’un “asil” ve “kahraman” Greklerin, “barbar” ve “ilkel” Perslilere karşı savaşlarına dair anlatılarından, Cicero’nun tek dünya devleti hayallerine, Adam Smith’in liberalizminden, John Stuart Mill’in pragmatizmine kadar pek çok etken bu sistemin oluşumuna katkıda bulunmuştur. Sistemin bu kadar uzun sürede, bu kadar yavaş gelişmesi ve kendi gerçekliğini yaratması nedeniyle fark edilmesi ve ona karşı mücadele edilmesi çok zor bir hal almaktadır. Öyle ki, önce ötekileştirilmiş sonra da öteki olduğu için sömürülüp, tepesine bombalar yağdırılmış insanlar dahi ne yazık ki meselenin aslını anlamaktan çok uzaktadırlar.

Said’e göre; Avrupa’nın ardından da Amerika’nın Doğu’ya ilgisi, her ne kadar bazı aşikar tarihsel açıklamalara bakılırsa sayısal olarak görülecek olsa bile, temel de yatan neden kültüre ilişkindir. Doğu’nun o değişken, karmaşık mekan haline getirilmesinde, kaba siyasal, iktisadi, askeri mantıklarla birlikte asıl olarak iş gören, itici güç olarak işe katılan kültürdür.[6] Marx gibi büyük bir sistem karşıtının bile bahsettiğimiz asıl büyük sistemi görememesinin, hatta onun yarattığı “gerçeklik”in dışına çıkamamasının, nedeni de budur. Sistemin temelini sayısal olarak açıklamaya çalışıp, sadece iktisadı alt yapı kurumu olarak kabullenmek, sınıfsal sömürü düzenine karşı sert bir tepki oluşturabilse ve belki bir gün sınıfsal sömürü düzenine karşı başarı sağlayarak insanlığa büyük bir katkıda bulunabilecek olsa bile, daha fazlasını sunamayacaktır.

Batı, Doğu’nun insanına, törelerine, aklına, yazgısına vb. ilişkin kuramları, destanları, romanları, toplum betimlemelerini, siyasal kayıtları işleyip incelerken, Doğu ile Batı arasındaki temel ayrımı başlangıç noktası saymıştır[7] bu ayrım onu Doğu’dan farklı kılarak ona “Batılılık” kazandırmıştır. Hem bu ayrımda temel alınan kıstasın hem de Doğu’ya ilişkin çalışmaların, incelemelerin temelinde şekillendiği düzlemin kültür olması nedeniyle Batılı, Şark’ın karşısına öncelikle bir Amerikalı veya bir Avrupalı olarak çıkar, bireyliği ve insanlığı onun ulus ve medeniyet kimliğinin ardından gelir. Bu, Şark’ta belirli çıkarları olan bir güce ait olduğunun, daha önemlisi, neredeyse Homeros’un çağından beri belirli bir Şark’a müdahale tarihine sahip olan topraklara ait olduğunun, bulanıkça da olsa ayırdında olmak demektir.[8] Şarklının her anlamda tükenmişliği ve güçsüzlüğü ile karşılaşan bir Batılı içinse, Batılı olmak etken ve müdahaleci bir hal almayı gerektirir. Kendi medeniyetlerinin geldiği noktanın insanlığın mutlak varacağı nokta olduğu ve bunun için izlenmesi gereken yolun da kendi geçirdikleri sosyal, iktisadi, kültürel, vb. değişimin aynısını geçirmek olduğu konusunda mutlak bir inanca sahip olan Batılı, kendini yönetmeyi ve insanlığın “mutlak gelişimi”ne ayak uydurmayı beceremeyen Şark’ta ıslahatları gerçekleştirmek ve kendileri için neyin yararlı olduğunu öğretebilmek için “tarhisel sorumluluğu”nun bilinciyle kollarını sıvar. Batılı’nın Şark üzerindeki uğraşlarında yine tarihten gelen bir sorumluluğu daha vardır; o da, Şark’ın çok uzak bir geçmişinde, Antik Pers ve Antik Hindistan’da sıkışıp kalmış ve modern Batı Medeniyeti’nin de temeli olan “arilik”i bulup çıkarmaktır. Böylece Batı Medeniyeti’nin üstünlüğü tarihsel argümanlarla desteklendiği gibi, artık Şark’ın uzak geçmişinde kalmış olan görkemli ve üstün günlere de Batı Medeniyetiyle arasında kurulan bağ sayesinde “mantıklı” bir açıklama getirilmiş olunur. Bu arilik söylemi, modern dönemde Batı’nın tarihsel ve kültürel antropolojisine tamamen hakim olmuştur. Buna göre, bir Homo Sinicus, bir Homo Arabicus (ama bir Homo Aegypticus vb. de olabilir pekala), bir Homo Africanus vardır, bir de “normal insan” diye anlaşılan insan, yani Antik Yunan’dan bu yana geçen dönemin Avrupa insanı. Onsekizinci yüzyıldan yirminci yüzyıla değin, beşeri ve sosyal bilimler alanındaki, özellikle de doğrudan doğruya Avrupalı olmayan halklarla ilişkili alanlardaki Avrupamerkezciliğin, Marx ile Engels tarafından açığa çıkarılan mülk sahibi azınlık hakimiyetine ve Freud tarafından sökülüp ayrıştırılan insanmerkezciliğe ne ölçüde eşlik ettiği görülür.[9]

Modernizmin insanlığın başına musallat ettiği emperyalizm, kapitalizm, faşizm, ırkçılık gibi belaların ve tarihin sonu, medeniyetler çatışması gibi tezlerin temelinde bahsettiğimiz bu Şarkiyatçı düşünce yer almaktadır. Sömürülen, ezilen ve hakir görülenlere ise maalesef yeni kavramlar ve tezler üretmekten aciz kaldıkları için aynı kavramlara ve tezlere sarılmaktan ve kin gütmekten başka bir çare kalmamaktadır. Ancak Edward Said’in de dediği gibi; bizim iddiamız tarihin insanlar tarafından yapıldığı ve yine aynı şekilde yok edilip yeniden yazılabileceğidir.

[1] Edward W. Said, Şarkiyatçılık, Metis Yayıncılık, s.11

[2] Enver Abdülmelik, Krizdeki Oryantalizm, Yöneliş Yayınları, s.107

[3] Said, age, s.15

[4] Doğan Avcıoğlu, Türkiye’nin Düzeni: Dün Bugün Yarın – Birinci Kitap, Tekin Yayınevi, s.16

[5] Said, age., s.30

[6] Age, Sf.21

[7] Age, Sf.21

[8] Age, s.21

[9] Abdülmelik, age, s.108

Bu yazı yorumlara kapalı.