Yıl 1868, Jön Türkler Abdülaziz’e karşı verdikleri hürriyet mücadelesini başka bir cepheye taşımışlardı. Fikri mücadeleyi yürütebilmek için Avrupa’da gönüllü sürgündeydiler. Toplam dokuz kişiydiler; Mehmed Bey, Reşad Bey, Nuri Bey, Agah Efendi, Rıfat Bey, Hüseyin Vasfi Paşa, Ziya Paşa, Ali Süavi ve Namık Kemal. Hepsi varlıklı ailelerin eğitimli çocuklarıydı. En yaşlıları Namık Kemal henüz 25 yaşında idi, en gençleri ve aynı zamanda en heycanlı, en ateşlileri Mehmed Bey ise daha 20. Namık Kemal fikri mücadeleye inanıyordu, Mehmed Bey ise mücadelenin silahsız yürütülemeyeceğini savunuyordu. Bu sebeple Agah Efendi tarafından Mehmed Bey’e “Robespiere” lakabı takılmıştı. Agah Efendi diğer Jön Türklere de karakterlerine uygun lakaplar bulmuştu; Namık Kemal’e Danton, Reşad Bey’e Rochefort, Nuri Bey’e Hernani, Ali Suavi’ye hokkabaz…
Namık Kemal Londra’daydı, çıkardığı Hürriyet gazetesi ile meşrutiyetin feyizlerini anlatıyor Osmanlı’nın kurtuluşu için çareler arıyordu. Savaşlar ve sınıfsal çatışmalarla kazan gibi kaynamakta olan Avrupa’ya dair haberler Namık Kemal’in gazetesinde pek de yer almıyordu. Aynı yıllarda Londra’da gönüllü sürgün yaşayan bir kişi daha vardı: Karl Marx. Marx, Kapital‘i 1 yıl önce çıkarmış ve Avrupa’daki entelektüel gündemin merkezine oturmuştu. Namık Kemal’in ise aynı mahallede oturduğu, Avrupa’yı titreten bu adamı tanıyıp tanımadığını bilmiyoruz ama hakkında tek bir cümle bile yazmadığı bilinmekte.
Osmanlı basınının Karl Marx ile tanışması 1871 yılında Paris Komünü vesilesiyle oldu. 22 Haziran 1871 tarihli Hakayık-ul Vekayı Gazetesi’nin Paris Komünü ile ilgili haberinde Komün’ün başındaki kişi açıklanıyordu: “Paris’teki eşkıyanın kumandanı Karl Marx denilen ve hala Londra’daki Enternasyonal nam cemiyetin reisi bulunan pehlivandır.” ardından da ekliyordu: “rahat yaşamasına rağmen kışkırtıcılık yapıyor.” Marx’ın makalesini ilk kez yayınlayan da aynı gazete oldu: “Sosyalizmin Ceddi“. Böylece Osmanlı aydınları arasında yeni bir tartışma doğuyordu. Neydi bu sosyalizm?
Takvim-i Vekayi Gazetesi’ne göre “fesat cemiyeti ve servet düşmanları” idi. Ahmed Midhat Efendi meseleyi daha anlaşılır kılmaya çalışıyordu: “Cemiyet (enternasyonal) diyor ki; ben kunduracıyım. Size bir çift potin yapacağım. Siz o potini giyip ve baloya gidip raks edeceksiniz ki orada bir gecelik zevkiniz için beş-on altın sarf etmeyi çok görmüyorsunuz. Halbuki bir çift potin için bana yirmi frankı zor veriyorsunuz. Ne olur bana yirmi yerine yirmi beş frank verseniz? Sizin yüzünüzden eti haftada bir görüyorum. Siz ise has ekmeği bile beğenmiyorsunuz da zimiçka yiyorsunuz. Reva mıdır bu?” Bir de Şemseddin Sami gibi kafası çok karışık olanlar vardı: “Sosyalizm, iştirak-i emvalin (ortak malların) büsbütün zıddıdır. İştirak-i emval ne kadar menfur (iğrenç) ise sosyalizm o kadar makbuldür. Sosyalizm Fransızca bir kelimedir ki, cemiyeti beşer manasına olan sosyete kelimesinden müştaktır (türemiştir).” Sosyalizmin ne olduğunu kafasında tam olarak oturtamasa da bu tanımın doğruluğundan şüphelenen Namık Kemal gibi aydınlar da vardı: “Sosyalizm, Sami Bey’in dediği derecede hafif bir şey değildir.” Kısacası Osmanlı münevverleri ilk kez “yahu şu Avrupa’da neler oluyor” diye başlarını çevirmişler ama pek de bir şey anlayamamışlardı.
O güne kadar Avrupa’daki gelişmelerden bihaber olan, burunlarının dibinde gerçekleşen olaylara bile ilgi göstermeyen Jön Türkler için Paris Komünü farklıydı. Hatta Jön Türkler’in Komüne olan ilgisi sadece takip edilen bir olay, bir haber olarak kalmamış bazı Jön Türkler tarafından Paris sokaklarındaki barikatlara kadar taşınmıştı. En iyisi hikayeyi öncesiyle birlikte baştan anlatmak…
Jön Türkler Mücadeleye Başlıyor!
7 Haziran 1865, Belgrad Ormanı’nda gizli olarak buluşan 6 arkadaş; Namık Kemal, Refik Bey, Ayetullah Bey, Mehmed Bey, Reşad Bey ve Nuri Bey, “Meslek” adını verdikleri gizli bir örgüt kurdular ve Kur’an üzerine el basıp yeminler ettiler. Bu örgüt daha sonra İttifak-ı Hamiyet, Jön Türkler ve Yeni Osmanlılar gibi isimlerle de anılacaktı. Nuri Bey’in toplantıdaki sözleri aynı zamanda örgütün amacını da açıklamaktaydı; “Hürriyetten, adaletten ve musavattan (eşitlik) mahrum olarak sürdürülen bu keyfi ve mutlak yönetimden kurtuluşun, ancak bir Kanun-ı Esasi’yi padişaha gerekirse zorla kabul ettirerek, Şura-yı Ümmet gibi bir meclisin kurulmasıyla mümkün olacağına göre, bunu gerçekleştirmek için bir cemiyetin kurulması gerektiği fikrindeyim.” Namık Kemal de Nuri Bey’i destekledi: “En uygun yol bizce de budur. Yeter ki vatan ve millet; hürriyete, adalete ve musavata kavuşsun. Osmanlı milleti rahat bir nefes alsın.” Örgüt ikinci toplantısını bir hafta sonra Beykoz’daki Yuşa tepesinde gerçekleştirdi.
Örgütlenmede Lehistan Gizli Siyasi Cemiyeti ve İtalyan Carbonari Siyasi Cemiyeti’nin tüzükleri esas alındı. Yedişer kişilik hücreler şeklinde örgütlenilmesi kararlaştırıldı. Oybirliği ile örgütün başına Agah Efendi getirildi. Üyeler için “Meslekname” adı verilen üzerinde kimlik bilgileri dışında cemiyetin amacını da yazan mühürlü kimlikler hazırlandı. Kimliklerde cemiyetin amacı şöyle ifade edilmişti: Uhuvvet, musavat ve muavenet.
Artık meşrutiyetin ilanı için, Osmanlı halkının Millet Meclisi’ne ve Anayasa’ya kavuşması için eylem zamanı gelmişti, plan yapıldı: Padişah’ın Meclis-i Hass’ı ziyaret edeceği 5 Haziran 1867 günü örgüt silahlı fedailer ve peşine taktıkları halkla birlikte meclisi basacak Ali, Fuad ve Mütercim Rüşti Paşa gibi bazı devlet adamlarını öldürecek, sonra ulemadan seçilen temsilciler padişahın huzuruna gönderilerek Osmanlı toprakları üzerindeki bütün tebaanın oylarıyla seçilecek temsilcilerden oluşan bir meclisin teşekkülü, anayasanın ilanı, her türlü israfın önlenmesi için gerekli tedbirlerin alınması hakkında bir irade-i seniyye imza ettirilecekti. Ancak harekete geçilemeden plan ifşa oldu. İhbarcının Ayetullah Bey olduğu iddia edildi hatta Mehmed Bey, Ayetullah Bey’i öldürmek istedi ancak onunla konuştuğunda ikna olarak bu niyetinden vazgeçti. Örgüt üyelerinden kaçabilenler Avrupa’ya kaçtılar, geride kalanların bir çoğu yakalandı. Tutuklananlardan 25 kişi hüküm giydi, Akka’ya, Kıbrıs’a veya Rodos’a sürgüne gönderildiler.
Artık mücadelenin Avrupa ayağı başlamıştı. Gazeteler çıkardılar, makaleler yazdılar, bu yayınları gizli yollarla Osmanlı ülkesine sokarak el altından halka ulaştırdılar. Çıkarılan gazeteler içinde en meşhuru şüphesiz Namık Kemal, Ziya Paşa ve Ali Suavi’nin yönetimindeki Hürriyet gazetesiydi. Gazetenin başlığında şu ifade bulunmaktaydı: “Yeni Osmanlılar Cemiyeti tarafından iş bu gazete haftada bir kere neşr edilir, havi olduğu mebahis millet ve devletimizin selametine ve Osmanlı halkının menafi’ine mütealliktir. Bina aleyhi memalik-i şarkiye ahalisine meccanen verilip yalnız posta ücreti alunur.” Gazete, başlığındaki ifadeye uygun olarak sadece Osmanlı’nın dertleriyle ilgilendi, Avrupa’daki gelişmelere karşı son derece kayıtsızdı. Tek bir derdi vardı; Osmanlı’yı hürriyete kavuşturmak. Diğer Jön Türkler ve çıkardıkları gazeteler için de aynı durum söz konusuydu. Gerçi Şinasi Bey zamanında Avrupa’daki gelişmelere hiç de kayıtsız kalmamıştı. İtalyan milliyetçi ve halkçılarının İtalya’daki tutucu rejime karşı kurdukları Carbonari Cemiyeti’ne üye olmuştu. 1848 Devrimi’ne katılmış hatta Paris Pantheonu’nun tepesine üç renkli Fransız Bayrağı’nı onun çektiği iddia olunmuştu. Yine de Şinasi Bey bu konuda bir istisna olarak kaldı.
Paris Cephelerinde Üç Türk
1870 yılında Fransa kralı III. Napolyon tarafından Prusya’ya karşı açılan savaş kısa sürede Fransızlar için hezimete dönmüştü. Fransız Orduları’nın Sedan’da yenilmesi ve Napolyon’un esir düşmesi ile Prusya orduları Paris önlerine kadar gelmişti. Alman Orduları’nın Paris kuşatması başlarken aynı günlerde Paris’te toplanan kalabalığa cumhuriyetin ilanı müjdelendi ve ülkeyi işgalden kurtaracak bir Ulusal Savunma Hükümeti kuruldu, başına General Louis Jules Troucheau getirildi. Böylelikle Fransa’da Üçüncü Cumhuriyet başlamış oldu.
Alman Orduları Paris’e doğru ilerlerken Ulusal Savunma Hükümeti yabancıların ve savaşamayacak durumda olanların Paris’ten ayrılmaları için emir ve ilanda bulundu. Bunun üzerine yerli, yabancı birçok kimse Paris’ten ayrıldı. Ziya Paşa Cenevre’ye, Namık Kemal de Viyana’ya geçti. Kısa bir süre sonra da Osmanlı hükümetinin ilan ettiği genel aftan yararlanarak Osmanlı ülkesine geri döndüler.
Yıllarca verdikleri uğraşlara rağmen İstanbul halkını harekete geçiremediklerini gören Namık Kemal bu hüsran ve hayal kırıklığı ile “vakia, devlet kapısından geçinen İstanbul halkının kıçına turp sokulsa harekete mecalleri olmayacak. Fakat ahad-i nas ve taşra halkı ve zabitler bu yolda değiller.” diyerek mücadeleyi yeni cephelere taşımak umuduyla kendi vatanına doğru yola koyuldu. Ancak tüm Jön Türkler Paris’ten ayrılmamışlardı. Mehmed Bey, Reşad Bey ve Nuri Bey, yirmili yaşlardaki bu üç yakın arkadaş Paris’te kalarak cumhuriyetin ve hürriyetin müdafaası için savaşmak kararındaydılar. Reşad Bey, General Troucheau’ya bir mektup yazdı. Mektupta şunlar yazılıydı:
“General, Türk’üm ve vatanıma Fransa’nın hizmetlerini unutmadım. Minnet duygusunun ve büyük bir millete zorunlu olan demokratik ruhun heyecanlarıyla, general sizden rica ederim. Fransız Cumhuriyeti’nin düşmanlarıyla savaşmak için beni gönüllü olarak Fransız ordusuna alınız. Vatanseverliğiniz hakkındaki hayranlığımı ve cumhuriyetçi Fransa için beslediğim bağlılık duygularımı lütfen kabul ediniz General. Reşad.“
General Troucheau’nun bu mektuba cevap verip vermediğini bilmiyoruz. Ancak savaşın kızıştığı günlerde bu üç devrimci Türk’ün gönüllü olarak silah altına girdiklerini ve Fransız soylularının çocuklarıyla birlikte istihkamlara gönderildiklerini biliyoruz. Ancak onları Fransız askerlerinden ayıran bir ayrıntı vardı; Fransız askeri üniformasının üstüne giydikleri kırmızı Osmanlı fesi. Sürgün hayatındayken başlarından çıkarmadıkları fesi silah altındayken de çıkarmamışlardı. Cephede bile birbirlerinden hiç ayrılmayan bu üç arkadaş her yere birlikte gitmekte, her işi birlikte halletmekteydi. Birbirlerinin yanından hiç ayrılmayan ve başlarındaki kırmızı fesler sayesinde gittikleri her yerde hemen fark edilen bu arkadaşlara Fransızlar tarafından “Üç Türkler” adı takılmıştı. Özellikle yaralılara yardım konusundaki değerli hizmetleri sayesinde herkes tarafından tanınmış, saygı ve sevgi toplamışlardı.
“Vive la Commune!”
Alman işgal ordularına karşı düzenli ordunun yanında savaşan Parisli cumhuriyetçiler, sosyalistler, işçiler ve milliyetçiler 6 ay boyunca Prusya ordusuna karşı direndi. Ancak yine de son kaçınılmaz oldu; işçi sınıfı içinde gelişen örgütlenmeden, işçilerin silahlanmasından ve bunun Prusya’yı daha da kışkırtabilecek olmasından çekinen başbakan Louis Adolphe Thiers daha fazla direnemedi, teslim bayrağını çekti. Teslim kararı Paris halkı, özellikle de yoksullar ve işçiler tarafından öfke ile karşılandı. Artan tepkiler karşısında başkent Paris’ten Bordeaux’ya taşındı. Bu durum Parislilerin öfkesini daha da arttırdı. Bu öfke 18 Mart 1871 günü patladı. Paris Komün’ü başlamıştı. Öfkeli Paris halkı teslim şartlarını ve teslimiyetçi hükümeti tanımadıklarını, vatanları ve hürriyetleri için savaşacaklarını ilan ettiler. Başbakan Thiers askerlerine yerel direnişçilerin elinde bulunan topları geri almalarını emretti ancak askerler onu dinlemek yerine direnişçilere katıldılar. General Lecomte silahsız halkın üzerine ateş açılması emri verdiğinde ise askerler onu atından aşağı indirerek öldürdüler. Teslimiyeti kabullenemeyen askerler de direniş saflarına katılmışlardı. Paris’in yönetimini ellerine aldılar. Paris sokaklarına barikatlar kuruldu, siperler kazıldı. Kısa süre içerisinde Komün’ün yönetimini üstlenecek olan bir komite oluşturulması için seçimler düzenlendi. Seçimler sonucunda oluşan komitede esnaftan kişiler, işçiler, sosyalistler, cumhuriyetçiler, jakobenler gibi değişik kesimlerden temsilciler yer aldı.
Fransa hükümeti yaşanan olayın şaşkınlığını atıp hemen karşı saldırıya geçti. Paris, Prusya’nın da desteği ile Fransa hükümetine bağlı askerler tarafından kuşatıldı ve top atışına tutuldu. Mehmed, Reşad ve Nuri Beyler hala Paris’te, bu sefer komüncülerin yanında, yine hürriyet için savaşmaya devam ettiler, başlarında yine püsküllü, kırmızı fesleri ile. Karşılarındaki düşman Louis Adolphe Thiers’ın sadece Paris’te hürriyeti boğmaya çalışan bir zalim değil aynı zamanda Cezayir’de binlerce Müslüman din kardeşlerini katleden bir kasap olduğunun da bilincinde olarak mücadele ettiler. Lerchhenfeld adlı bir yazar onlar için şöyle yazacaktı: “Bir Türk komüncü… salt bu bile Jön Türklerin doktrininde yeni bir aşamadır.”
Tüm direnişe, fedakarlıklara ve emeklere rağmen kurulduktan 72 gün sonra Komün düştü. Fransız ordusu şehre zengin mahallelerinden girdi, sevinçle karşılandılar. Ancak şehrin varoşlarında işçiler mahalle mahalle, sokak sokak direnişi sürdürdü. Ordu üzerlerinden acımasızca geçti. Mehmed, Reşad ve Nuri Beyler Reşad Bey’in baba yadigarı saatini satarak yol parasını çıkarıp Brüksel’e geçmişlerdi.
Ortalık durulduktan sonra yine Paris’e döndüler ama Paris eskisi gibi değildi. Ne yapacakları konusunda aralarında tartışma çıktı.Reşad ve Nuri Bey İstanbul’a dönmek istiyorlardı. Üçlünün yolları ilk defa burada ayrıldı. Reşad ve Nuri Beyler İstanbul’a gitti, Mehmed Bey ise “meşrutiyet olmadıkça İstanbul’a dönmem” diyerek Paris’te kaldı. Paris’te gazetecilik yaparak hayatını sürdürdü, ünlü Fransız gazetesi Liberte’de dahi yazıları yayınlandı. Sonra 1874 yılında nedeni bilinmeyen bir sebeple İstanbul’a döndü, döndüğü gibi de veda bile edemeden ardında bıraktığı nişanlısı Salika Hanım ile evlendi. Lakin bir sene sonra hayata gözlerini yumacaktı. Ölüm onu canı gibi sevdiği, uğruna her türlü mücadeleye gözünü kırpmadan girdiği memleketine çağırmıştı.
Mehmed, Jön Türkler arasında en heycanlı, en ateşli olanıydı. İlk günden beri silahlı mücadeleye inanmıştı. Hiç korkmamış, geri adım atmamıştı. Anlatılanlara göre konyak içmeyi de severmiş. Fransız ordusunda askerlere belli miktarda dağıtılan şarabı biriktirip satar onunla konyak alırmış. Hatta bir seferinde barikat nöbetinde içerken komutana yakalanmış, komutan Mehmed’i sevdiğinden olsa gerek “Mehmed seni ben affetsem büyük Mehmed acaba affeder mi?” deyip geçmiş. Mehmed arkadaşları arasında en genç olanıydı, en erken ölenleri de o oldu, öldüğünde henüz 32 yaşındaydı.
Komün Bitse de Kavga Bitmedi
Paris Komünü, sona erdikten sonra da Osmanlı basınında yer almaya devam etti. İstanbul’a dönen Reşad ve Nuri Beyler Namık Kemal’in yönettiği İbret gazetesinde Paris Komünü’nü ve Enternasyonal’i savunan yazılar yazdılar.
Sadrazam Âli Paşa’nın Paris Komünü ardından yayınladığı beyannamede; işçilerin, sermayedarlarla servet ve refahça eşit olmak için mevcut malları bölüşmek hatta hükümet yönetimine bile ortak olmak gibi sakıncalı tehlikeli ve dünyanın düzenine aykırı istekleri olduğunu, komüncülerin haydutluğu meslek edindiklerini, insanlığı vahşet durumuna ve hayvanlığa geri götürmek istediklerini söylemesi üzerine Reşad Bey İbret gazetesinde buna cevaben bir makale kaleme almış ve komünü şöyle savunmuştu: “Burada söylediğini bilmemek ve bilmediğini söylemek illetine müptela olan bazı ukalanın neşriyatına bakarak Paris’in İhtilal-i Ahir’ine sebep komün taraftarlarını İştirak-i Emval ve İyal mezhebinde zannolunmuş gördüm… 18 Mart 1871’de ihtilalcilerin Paris’te idareyi ele almaları ve Versay Hükümeti tarafından zora başvurulduğu takdirde, hak ve hürriyeti müdafaa için silaha sarılmaları birinci derecede mücerred cumhuriyetin bekası ve bu cihetiyle istikbali temin ile yirmi seneden beri imparatorluk sayesinde zulüm ve günah ile çürümek derecesine gelmiş olan Fransa’nın yeniden ihyası niyetinden ileri gelmiş bir hürriyet davası üzerine dayandırılmıştır.”
Namık Kemal de “Reddiye” başlıklı yazısında “makalenin muharriri daha Versaylıların silah-ı zulmiyle Parislilerin dökülen kanları sokaklarda akarken Paris’te idi,” diyerek Reşad Bey’e destek çıktı, Paris Komünü’nü savundu. Hemen artlarından Nuri Bey de “Medeniyet” başlıklı bir makale kaleme alarak şu sözlerle komüncüleri ve Enternasyonal’i savundu: “Avrupa’nın hemen her yerinde amele sınıfı yürekler dayanamayacak bir haldedir. Bir fabrikacı elindeki sermayenin gücüyle birkaç bin kişiyi köle gibi kullanıyor. Gördükleri işin onda biri değerinde bile ücret vermiyor. Öyleyse niçin çalışıyorlar? Ne yapsınlar? Ücretin azlığından dolayı bir amele bir fabrikadan ayrılırsa öteki fabrikalar o ameleyi işe almıyorlar; aralarında anlaşma var. Ya emekçiler neden böyle bir anlaşma yapmıyorlar? Evet, işte Enternasyonal Cemiyeti öyle bir anlaşmayı öneriyor…”
Reşad ve Nuri Bey bir süre daha İbret gazetesinde yazmayı sürdürdüler ama onların sert muhalefeti, sonunda yine sultanın gazabına uğradı ve Namık Kemal ile birlikte Akka’ya sürüldüler, orada yoksulluk en büyük sorunları oldu. Sürgünden döndüklerinde kontrol altında tutmak için, biraz da sus payı olarak devlet katında makamlara getirildiler. Nuri Bey önce ölenleri oldu. Reşad Bey ise getirildiği makamlarda dürüstlüğü ile çok düşman edindi, sonunda II. Abdülhamit tarafından görevden alındı, bir süre sonra da hayata gözlerini yumdu.
Jön Türkler verdikleri mücadele ile Türk siyasi yaşamına “özgürlük“, “eşitlik“, “meclis“, “anayasa“, “halka karşı sorumluluk“, “cumhuriyet” gibi kavramları kattılar. Mehmed, Reşad ve Nuri Beyler, bu üç vatansever devrimci Türk; cesaretleri, emekleri ve fedakarlıkları ile kendilerinden sonra gelecek olan kuşağa, İttihat ve Terakki hatta Cumhuriyet kadrolarına örnek oldular, hürriyet mücadelesinde meşaleyi onlara aktardılar.
7 Haziran 1865 günü Belgrad Ormanı’nda başlayan mücadele 29 Ekim 1923 günü Ankara’da ilân edilen Cumhuriyet ile büyük bir zafer kazandı, mücadele hâlâ devam ediyor…
Bu yazı yorumlara kapalı.