İdeolojilerin sonunun geldiği ilk defa Amerikalı Sosyolog Daniel Bell’in 1960 yılında yayınlanan “İdeolojinin Sonu” isimli kitabında dile getirilmiştir. Bell bu eserinde, insanlığın post-endüstriyel olarak adlandırdığı yeni bir döneme girdiğini ve bu dönemde insanların artık etik ve ideolojik kavramlara değer vermediği, siyasi sorunların insanlar için önemini yitirdiğini bunun yerine insanların önceliğini iktisadi sorunların aldığı ve insanların etik ve ideolojik değerler yerine bireysel ve maddi çıkarları doğrultusunda hareket ettiğini iddia etmiştir. Aslında Bell’in bu tezi Batı dünyası için bir iddiadan çok bir gözlemi yansıtmaktaydı. Gerçekten de Batı dünyasında 2. Dünya Savaşı’nın ardından insanların değer yargıları ve önceliklerinde Bell’in bahsettiği doğrultuda bir değişim gerçekleşmekteydi. Her ne kadar kısa bir süre sonra Avrupa’da ve Amerika’da 68 kuşağı hareketleri gerçekleşecek olsa da oradaki, özellikle Amerika’daki, hareketler Türkiye’deki gibi anti-emperyalist ve ideolojik nitelikler taşımamakta, daha çok bireysel özgürlük talepleriyle gerçekleşen hareketlerdi. Ancak dünyanın geri kalanında durum çok daha farklıydı. Bell’in bu iddiayı ortaya attığı yıllarda Asya, Afrika ve Güney Amerika’da ideolojik devrimler ve bağımsızlık hareketleri zirve dönemlerini yaşamaktaydı. Avrupa-dışı dünyada Bell’in bahsettiği değişimler çok daha sonraları özellikle Sovyetler Birliği’nin dağılıp dünyanın tek kutuplu hale dönmesinden sonra gerçekleşecekti. Bugün ise dünyanın geneline baktığımızda Bell’in bahsettiği post-endüstriyel çağ insanına ait özelliklerin tüm insanlar ve toplumlar için genelleme yapılabilecek oranda hâkim durumda olduğunu görüyoruz. Gerçekten de artık dünyanın her bölgesindeki insanlar için ideoloji ve etiğin yerini maddi çıkarların, toplumsal kazanımların yerini bireysel kazanımların, siyasi mücadelenin yerini ise apolitikliğin aldığını görüyoruz. Peki bunun nedeni nedir? İnsan gerçekten de yüzyıllar boyunca verdiği mücadeleler ile ürettiği bir takım kavramların, doğal hakların, toplumsal hakların, daha güzel toplum hayallerinin ve bu amaçlar için fikri ve fiili olarak sistemli mücadele tasarımları olan ideolojilerin aslında kendilerini daha da kötü bir duruma sürüklediğini düşünüp kendi iradesiyle, kurtuluşun en azından daha iyi bir hayatın tüm bunları bir tarafa bırakarak sadece bireysel talepler ve maddi çıkarlar peşinde sağlanacağına mı kanaat etmiştir? Bu soruyu cevaplamadan önce Bell’in bahsettiği ve bir gerçeklik olarak karşımıza çıkan insanlığın bu durumunun gerçekten de yine onun iddia ettiği gibi ideolojilerin sonu mu olduğu konusunu netleştirmek gerekir.
İnsanın dünya görüşü onun binlerce yıllık medeniyet gelişimini şekillendiren şeydir. Tarih boyunca insanlar, dünya görüşleri doğrultusunda hayalini kurdukları ideal toplum ütopyasına ulaşabilmek amacıyla mücadele verirken medeniyetleri şekillendirmiştir. Karl Mannheim şöyle der: “ütopya öğesinin insan düşüncesinden ve eyleminden tamamen silinmesi demek, insan doğasının ve insanın gelişiminin tamamen yeni bir karaktere bürünmesi demektir. Ütopyanın kaybolması durumu, insanın bir ‘şey’den daha fazlası olmadığı durağan bir durum yaratır.” Yani insan, “insan” olarak varlığını sürdürebilmesi için onu durağanlıktan kurtaracak bir ütopyaya ve bu uğurda sistemli bir mücadeleye yani ideolojiye muhtaçtır. Bugün hala “insan” diye bir şeyden bahsedebiliyorsak ütopyaların ve ideolojilerin sonundan söz edebilmek mümkün değildir.
Kaldı ki, ideolojilerin sonu söyleminin kendisi de açıkça ideolojik bir söylemdir. İdeolojilerin sonu savunucularından ve açık toplum fikrinin kurucusu Karl Popper “Açık Toplum ve Düşmanları” kitabında aslolanın bireyin eleştiri kapasitesini yükseltmek olduğunu söyler. Popper’ın bahsettiği kapasitesi yükseltilecek olan bu eleştiri süre gelen ideoloji ve düşünce sistemlerine karşı getirilecektir. İdeolojilerin tarihine bakıldığında her yeni ideolojinin var olanlara karşı eleştiri gereksinimi neticesinde doğduğu görülür, her yeni ideoloji var olanı reddeden yeni bir toplum ideali fikriyle gelmiştir. Bu yönden “ideolojilerin sonu” veya “açık toplum” fikirlerine baktığımızda, modernizmin toplum düzenini ve ideolojilerini reddederek onun yerine yeni bir toplum ideali sunmalarının ideolojiler üstü olmaktan çok öte başlı başına ideolojik bir tavır olduğu görülmektedir. Yani insanlık ideolojisiz kalmamakta, sadece peşine düştüğü idealler değişmektedir.
Aslında olan ideolojilerin sona ermesi değil, ideolojilerin kapanışıdır. Burada “son” ile “kapanış” arasındaki ayrımı felsefenin geleceğine ilişkin görüş bildiren Jacques Derrida’nın “felsefenin sonu” ile “felsefenin kapanışı” arasında yaptığı ayrımdan ödünç alıyoruz. Derrida diyordu ki, felsefenin kapanışı, yani felsefenin ulaştığı sonuç, bizzat kendisinin ulaştığı sonuçtur.[1] İdeolojilerin de bugün gelmiş olduğu bu nokta bizzat ideolojilerin ulaştığı sonuçtur. Belli ideolojilerin iflas etmesi ve insanların belli doktrinlerin en katı yorumlarını kalıp halinde alıp çatışmacı bir şekilde bu yorumların üstünlüğünü sağlama çabalarından vazgeçmesi başlı başına ideolojinin gelişiminin bir sonucudur. Lakin sorun şudur ki; insanlık tüketim toplumunun dayattığı bireyci ve pragmatist düşüncenin yerine toplumcu ve etik ilkeler getiren, bireysel ve maddi çıkarlardan daha üstün kavramlar taşıyan yeni ideolojiler geliştirmekten aciz bırakılmıştır. Bu durum ise ideolojinin gelişiminin olması gerekenin aksine daha olumsuz bir sonuca varmasına neden olmuştur.
Sosyalist ve faşist ideolojilerin pratikteki iflaslarının ardından liberalizm dünya üstünde hüküm süren tek büyük ideoloji olarak kalmıştır. Çatışma halinde olduğu başka bir ideolojinin bulunmaması sayesinde liberalizm, tıpkı sosyalizm veya faşizm gibi bir ideoloji olmasına rağmen, kendini sanki insanlığın doğal ve olması gereken düzeni olarak göstermiştir. Yani sadece sosyalizm ve faşizm birer ideolojiydi de bunların çöküşüyle geriye ideolojiden kurtulmuş, doğal düzeninde yaşayan liberal insan kaldı düşüncesi bilinçli ve başarılı bir şekilde insanlara kabullendirildi. Böylece var olan sömürü ve adaletsizliğin sorumlusu olan kapitalizm, emperyalizm ve tüketim toplumu gibi kavramlar insanın doğal düzeniymiş gibi gösterilerek liberalizm aklanmış ve gelebilecek tepkiler hedefsizleştirilmiştir. Hedefini doğru tayin edemeyen tepkiler ise bozuk düzenin kaynağını tam olarak kavrayamadıklarından bozukluğa neden olan kavramların ve fikirlerin yerine yenilerini getirememektedir. Kaldı ki; hedef doğru olarak tespit edilse dahi “açık toplum” savunucularının “demokrasi”, “özgürlük”, “insan hakları” gibi kavramları yozlaştırarak veya içini boşaltarak kurduğu hedef saptırıcı tuzaklara düşmemek de başlı başına büyük bir sorundur. Bugün emperyalizmin hüküm sürdüğü coğrafyalarda, özellikle sol düşünce içinde çok büyük kesimlerin bu tuzaklara yakalanıp emperyalizmle kol kola ulus devletlere karşı savaş açtığını veya sınıfsal mücadeleden tamamen koparak etnik, bireyci veya küreselleşmeci hareketlerden medet umduğunu görmekteyiz. Liberalizm, kendi muhaliflerinin hedeflerini bile kendisi tayin ederek onları kendi düşmanlarına yöneltmekte böylece her türlü sömürü ve adaletsizliği çekinmeden sürdürebilmektedir.
Modern insanın tarihi ideolojiler ve bir takım üretilmiş kutsal kavramlar için mücadele etmekle, savaşmakla geçmiştir. Günümüzün post-modern veya Bell’in adlandırmasıyla post-endüstriyel insanına ise sadece iki basit dürtü şekil vermektedir: arzu ve kabul. Günümüzün insanı zamanının ve emeğinin büyük bir bölümünü belli markada bir otomobil, özel spor ayakkabısı ya da giysi gibi eşyalara veya ünlü bir semt, daha iyi bir okul ya da işyeri gibi statü sembollerine ulaşmak için harcamaktadır. İnsanın bu arzuları gerçek anlamda bir ihtiyaç değil, daha çok yaratılmış ihtiyaçlardır. Tüketim toplumu ve onun ikram bilimi olan pazarlama sürekli olarak insanlara doğrudan kendisi tarafından yaratılmış olan bu “ihtiyaçları” dayatmakta ve bunları hakiki bir ihtiyaçmış gibi kabullendirmektedir. Yani tüketim toplumu insan doğasının açığını bulmuş ve bu sayede onu değiştirerek istediği gibi şekillendirmiştir. Jean Jacques Rousseau insan doğasındaki bu değişimin ilk farkına varanlardandır ve o bu değişimin insanı mutsuzluğa götürdüğü görüşündedir. İkinci Discours’unda, gerçekte çok az sayıda hakiki ihtiyaç olduğu görüşünü savunur: İnsanın yalnızca barınacak bir yere ve biraz yiyeceğe ihtiyacı vardır. Güvenlik bile temel bir ihtiyaç değildir, çünkü bunun için önce yan yana yaşayan insanların birbirlerini tehdit etmeye başlamaları gerekir.[2] Yani bu az sayıdaki hakiki ihtiyaçların dışında kalan tüm insan arzuları gerçek anlamda bir ihtiyaç değil tüketim toplumunun insanlara bir ihtiyaçmış gibi kabullendirdikleridir. İnsanın, kendisine kabullendirilen bu ihtiyaçlara bağımlılıktan, daha doğrusu bu ihtiyaçları yaratan tüketim toplumuna olan bağımlılığından, kurtulması ise çok zordur çünkü ne kadar etkin bir üretim yapılsa dahi tüketim toplumu karşılanan her “ihtiyacın” yerine yenisini koymakta ve insan, yeni yaratılan “ihtiyaçların” peşinden daha büyük bir arzu ile koşmaya çabalamaktadır. Ancak ne kadar hızlı olursa olsun artan yeni arzuları ile bunların karşılananları arasındaki uçurumu gördükçe mutsuzluğa düşmektedir. Rousseau, insanın ancak teknoloji girdabının ve bunun yarattığı bu arzular sarmalının dışına çıkabilmesi ve doğal insanın bütünselliğine bir ölçüde ulaşabilmesi durumunda mutlu olabileceğini savunmaktadır.[3] Şahsen Rousseau’nun sunduğu kadar katı bir çözüm önerisine katılmamaktayım, bunun yerine insanların belli ilkeleri, toplumu ve etiği yücelten ideolojiler ve o ideolojiler doğrultusunda akılcı mücadele sayesinde kurtulabileceği görüşündeyim.
Süreç içerisinde arzulamanın insan karakterinin öteki özelliklerine oranla tuttuğu yer sürekli yükselerek değişmiş ve sonunda insanın en önem verdiği konuma gelmiştir. Tüketim toplumu ise arzularımızı toplumsal çevremiz sayesinde koşullandırır. Çevremiz tarafından kabul görme, tüketim toplumunun kontrol mekanizmasıdır. İnsanların tüketim toplumunun koyduğu kuralların dışına çıkmaması kabul görme mekanizması ile sağlanır. Arzuları, variyeti ve tüketim tercihleri ile kabul görmeyen bir bireyin toplum içinde yer edinmesi, saygı görmesi de imkansızdır. Tüketim toplumunda yoksulluk sorunu, bir doğal ihtiyaçlar sorunu olmaktan çıkıp, bir kabul görme sorununa dönüşmüştür. Çöpçü ya da garsonlar, işsizlerden daha çok, ama cerrah ya da futbol yıldızlarından daha az saygınlığa sahiptir. Yoksul ya da evsiz barksız insanlara yapılan gerçek haksızlık, onların fiziksel esenliğinden çok onurlarıyla ilgilidir. Hiçbir şeye sahip olmadıkları için toplumun geri kalan bölümü tarafından ciddiye alınmazlar; politikacılar onlarla ilgilenmez, polis ve adalet onların haklarını ötekiler kadar enerjik savunmaz, özgüvene hala büyük değer biçen bir toplumda iş bulamazlar ve bir iş bulduklarında da bu genellikle alçaltıcı bir iş olur, eğitimle durumlarını iyileştirme ya da herhangi başka bir şekilde içlerinde yatan aslanı gösterme olanakları hemen hemen hiç yoktur.[4] Kabul görme arzusu insanlığın uğrunda büyük mücadeleler verdiği ve kısmen kazanımlar da elde ettiği eşitlik, adalet, dayanışma gibi arzulara üstünlük sağlamış haldedir. Bu durumu tersine çevirmek için öncelikle arzu ve kabul mekanizmalarının dışına çıkmaya cesaret edebilen bireylere ve bu bireylerin toplumcu ve etik amaçlarla ortaya koyacağı ilkeler çevresinde mücadele eden örgütlü güçlere ihtiyacımız vardır.
Modern çağ yani ideolojiler çağı, aynı zamanda büyük savaşların ve toplu katliamların çağı olmuştur. İdeolojilerin sonu savunucuları ve post-modern düşünürler tarafından yaşanan tüm bu acıların nedeni olarak ideolojiler gösterilmektedir. Bu ne kadar doğrudur? Oysa ki insanlar birbirlerini öldürebilmek için ideolojilerden önce de nedenler bulmaktaydı: din için, toprak için, zenginlik için, taçlıların şanı için vs. Modernizm ise bu nedenlerden bazılarını (taçlıların şanı ve kısmen din gibi) yok ederken yerine başka bir neden koymaktan fazlasını yapmadı. Yani insanın doğasını değiştirmedi ancak insanın doğasında var olan hırsı, açgözlülüğü ve acımasızlığı açığa çıkarabilecek daha uygun bir ortam yarattı ve insanın bu doğasını kullanmaktan hiç çekinmedi. Ayrıca bu konuda, modernizmin ürünü olan teknolojik gelişme de Rousseau’nun çok öncelerde bahsettiği gibi, insanlık için pek de olumlu bir rol oynamadı. Hesaba göre gelişen teknoloji insanlar için boş vakit oluşturacak ve kendine vakit ayırabilen insan özgürleştirecekti. Ancak, pek de beklenildiği gibi olmadı teknoloji ile savaşların çehresinin değişmesi, sadece savaş meydanlarında ki askerlerin değil, evlerinde oturan sivillerin, hatta nükleer silahlar yüzünden daha doğmamış nesillerin dahi hedef haline gelmesi, ayrıca makineleşme yüzünden endüstriyel üretimde fazlalığa dönüşen insanların ya işsiz kalarak tamamen toplumun dışına itilmesi ya da çalışma koşullarında pek de bir değişiklik olmadan hizmet sektöründe çalışan kölelere dönüşmesi insanın pek de beklendiği gibi özgürleşmediğini gösterdi. Yani teknolojik gelişme insanı olduğundan daha acımasız bir hale getirmese de onun hırsı ve acımasızlığını daha rahat sergileyebilmesine olanak sağlayarak modern çağın, büyük savaşlar ve katliamlar çağına dönüşmesine bir araç olarak yardımcı oldu.
Şüphesiz, son yüzyılda faşizm gibi zalim bir ideolojiye ve birçok ideoloji uğruna yapılan büyük katliamlara şahit olduk. Ancak unutmamak gerekir ki, her ne kadar fiiliyatta gasp edilmiş halde olsalar da, insanoğlu bugün “yaşam hakkı”, “eğitim hakkı”, “mülkiyet hakkı” gibi birtakım kazanılmış doğal haklara ve “eşitlik”, “özgürlük”, “adalet” gibi üstün kavramlara sahipse bu da ideolojiler ve bu uğurdaki mücadeleler sayesinde olmuştur. Varolan ideolojilerin insanlığa ne sunduğunun ayrı ayrı kendi içlerinde değerlendirilmeleri gereklidir ancak genel olarak ideoloji kavramını suçlu ilan etmek pek de doğru olmayacaktır.
[1] Raoul Mortley, Fransız Düşünürleriyle Söyleşiler, İmge Kitabevi, s.153
[2] Francis Fukuyama, Tarihin Sonu ve Son İnsan, Profil Yayıncılık, s.122
[3] Age, s.123
[4] Age, s.369
Bu yazı yorumlara kapalı.