Sultanahmet Camii’nin avlusunda bulunan, yekpare taştan yontma bir koltuk zamanında şehrin en ihtişamlı yapısı olan Hipodrom’un parçasıydı. Seyirci oturma sıralarının bir parçası olan taş koltuk yaklaşık 1800 yıldır At Meydanı’nda yaşananların tanığı olarak bugün hâlâ meydanı izlemeye devam etmektedir. Taş koltuğun tanıklık ettiği olaylar saymakla bitmez. Hipodrom’da yer aldığı dönemlerde; vahşi hayvanlara karşı sergilenen gösteriler, Maviler ve Yeşiller arasındaki kıyasıya at arabası yarışları, Nika İsyanı’nda on binlerce isyancının kılıçtan geçirilmesi, devrik imparator I. Andonikos’un günlerce süren acımasız işkencelerle öldürülmesi, Latin işgalindeki büyük yağma… Ardından toprak altında geçen ve sadece üstündeki meydanda gerçekleşenleri dinleyebildiği uzun bir dönem; İstanbul’un fethi ve Fatih’in gelişi, yeniçeri isyanları, kaldırılan kazanlar, ağaçlara asılan kelleler, görkemli saray düğünleri, büyük kutlamalar, 1908 Devrimi’nin coşkusu, İngiliz işgali, işgallere karşı büyük Sultanahmet mitingleri ve kurtuluş… Derken bir kazıda tekrar gün yüzüne çıkarıldı taş koltuk fakat Cumhuriyetle birlikte Sultanahmet Meydanı sosyal yaşamın merkezi olmaktan çıkmıştı, eskisi gibi büyük olaylara pek şahitlik edemiyordu. Yine de anlatacak onca hikayesine rağmen bugün pek kimsenin haberi olmaksızın Sultanahmet Camii’nin avlusundaki bir ağacın altında tarihe tanıklığa sessizce devam etmekte.
Taş koltuğun hemen yanında yine hipodroma ait arkalığı olmayan taştan bir oturma sırası daha bulunmaktadır, çevrelerinde ise caminin bahçesine dağılmış halde, hipodroma ait çeşitli taş ve mermer kalıntılar. Öyle sanıyoruz ki Hipodroma ait olan tüm bu parçalar 1950 yılında inşasına başlanan Eski İstanbul Adliye Binası’nın temel kazıları sırasında rastlanan arkeolojik buluntular üzerine İstanbul Arkeoloji Müzeleri’nin gerçekleştirdiği ve 1952 yılı sonlarına kadar devam eden kazılarda çıkarılmıştır. Yapılan kazılarda başka yapılara ait kalıntılarla birlikte Hipodrom’un oturma kademelerinden yaklaşık 12 metre uzunluğunda sekiz sıra halinde koltuk ve sıralar ve bir tribün merdiveni çıkarılmıştır. Daha sonra 5 metre daha derine inilerek Hipodrom’un zeminine ve ön istinat duvarlarına ulaşılmıştır. Bu kısımlar bugün İbrahim Paşa Sarayı’nın içinde görülebilmektedir.
Hipodrom’un inşasına, Byzantion’u fethederek İstanbul’u Roma’ya bağlayan İmparator Septimus Severus döneminde başlanmıştır. Asırlar boyunca nice olaya tanıklık etmiş Taş Koltuk’un ve ait olduğu Hipodrom’un hikayesini bir çok farklı konuya girmeden anlatabilmek mümkün değildir. Bu sebeple anlatıya Severus’un Roma tahtına geçişi ve İstanbul’u alışı ile başlamak isabetli olacaktır: İmparator Commodus ile birlikte Roma tahtının barışçıl bir şekilde el değiştirdiği “Beş İyi İmparator Devri” sona ermiştir. Commodus, kuzeni ve aynı zamanda metresi olan Marcia tarafından gönderilen güreşçi Narcissus tarafından 31 Aralık 192 günü kendi hamamında boğularak öldürülünce ertesi gün, 1 Ocak 193’te Publius Helvius Pertinax kendini imparator ilan etmiştir. Ancak yeni imparator da saltanatının 86. gününde bir Praetorian muhafızı tarafından öldürülünce Roma tahtı için büyük bir taht kavgası başlamıştır. Roma’da Didius Julianus tahtı Praetorian muhafızlarından satın alarak imparator oldu ancak Carnuntum’da Septimus Severus, Suriye’de Pescennius Niger ve Britanya’da da Clodius Albinus kendilerini imparator ilan ettiler. İlirya Ordusu komutanı Septimus Severus önce Roma’yı ele geçirmiş akabinde Roma Senatosu Didius Julianus’u idama mahkum etmiştir. Rakibi Albinus ile anlaşan Severus bu sefer Niger’in üzerine yürümüş ve önce Kyzikos (Erdek) ve Nikea’da (İznik) ardından da İsos’da Niger’in ordularını yenerek 194 yılında Niger’i öldürmüştür. Son olarak da Niger’e karşı anlaştığı Albinus’la savaşan Severus 19 Şubat 197 günü gerçekleşen Lugdunum Savaşı’nda Albinus’u ortadan kaldırarak Roma tahtının tartışmasız sahibi olmuştur.
Küçük bir şehir devletinden ibaret olan Byzantion yanı başındaki imparatorlukta yaşanan iç savaşa kayıtsız kalmamış ve Pescennius Niger’in yanında yer almıştır. Byzantion, 194 yılında Pescennius Niger’in öldürülmesinden sonra bile Priscus adındaki bir mühendisin liderliğinde Severus’a karşı 2 yıl daha direnmiştir. İki yıl süren direnişin ardından teslim olan Byzantion, Severus tarafından cezalandırılmıştır. Surlarının bir kısmı yıkılarak sitelik hakkı elinden alınmış ve köy olarak Marmara kıyısındaki Perinthos’a (Ereğli) bağlanmıştır. İmparator’un oğlu Caracalla (Lucius Septimius Bassianus) araya girince oğlunu kırmayan İmparator Severus, Byzantion’un cezasına son vermiştir. Öncelikle şehrin tüm hakları geri verilmiş ve şehrin ismi Latinleştirilerek Byzantium yapılmıştır ancak Severus bununla da yetinmeyerek daha sonra şehre oğlunun şerefine Augusta Antonina adını vermiştir. Aynı zamanda büyük bir imar çalışması başlatmıştır; eski surların yerine daha batıdan geçen yeni surlar yaptırmış, Akropol’e, yani bugün Aya İrini’nin bulunduğu bölgeye Jupiter, Venüs ve Apollo adına tapınaklar kurdurmuş ve iki adet amfitiyatro inşa ettirmiştir. Bu imar çalışmaları kapsamında, 203 yılında bugün Sultanahmet Meydanı olarak bilinen alanda Hipodrom’un inşasını da başlatmıştır ancak bir süre sonra şehirden ayrılışı ve akabinde ölümü üzerine inşaat yarım kalmıştır.
IV. yüzyılın başlarında imparatorluğun batısında hakim olan I. Konstantin (Büyük Konstantin / Constantinus) ile doğusunda hakim olan Licinius arasında başlayan iç savaşta Konstantin, Licinius’un ordularını art arda bozguna uğratıp son olarak da Adrianople Savaşı’nda ağır bir darbe indirince Licinius, Byzantium surlarının arkasına sığınmıştır. Şehir ise Konstantin tarafından kuşatmaya alınmıştır. Donanmasıyla kuşatmayı delme girişimi Hellespont Deniz Savaşı’nda başarısız olan Licinius son çare olarak ordusu ile surların dışına çıkmıştır. 18 Eylül 324 tarihinde Chrysopolis (Üsküdar) civarında yapılan savaştan Konstantin galip çıkmış ve Licinius’u da esir almıştır. Konstantin, canını bağışlayacağına dair verdiği söze rağmen altı ay sonra Licinius’u boğdurtmuştur. İstanbul’da sonuçlanan bu iktidar savaşında Byzantium’un (İstanbul’un) önemini gören Konstantin bu şehri imparatorluğunun yeni başkenti olarak kurmayı kafasına koymuştur. Şehrin yeniden kurulması için 325 yılında imar çalışmaları başlamıştır. Bu kapsamda İmparator Severus’un ölümüyle yarım kalmış olan Hipodrom da tamamlanmıştır.
İstanbul’un en büyük ve en görkemli yapısı diyebileceğimiz Hipodrom 370 metre uzunluğunda ve 120 metre genişliğindeydi. “Sphendone” olarak adlandırılan ucu yarım daire oluşturan oval bir şekilde son bulurken, bugün Alman Çeşmesi’nin bulunduğu alana denk gelen diğer ucunda ise 24 sütun üzerine inşa edilmiş; bir kabul salonu, bir yemek salonu ve çeşitli odalar barındıran adeta küçük bir saray niteliğindeki “kathisma” (imparator locası) bulunmaktaydı. Bu kısım halkın kullandığı kısımdan tamamen bağımsız ve ayrı olarak inşa edilmiştir ki; birçok kez yaşandığı üzere halkın protestosu veya fiili saldırısı başladığında imparatora ulaşabilmek mümkün olamasın. Ayrıca burada bulunan bir koridor vasıtasıyla olası bir karışıklık halinde imparatorun hemen Hipodrom’un yanında bulunan sarayına geçebilmesi sağlanmıştır. 30 ila 40 basamaktan oluşan tribünler (gradenler) 40.000’den fazla seyirciyi hatta abartılı bir iddiaya göre 100.000 kişiyi alabilmekteydi. Oturma kademelerinin üstünde, antik devir stadyumlarında da benzeri görüldüğü üzere Hipodrom’u çevreleyen bir galeri bulunmaktaydı. Oldukça iri payelerle desteklenen oturma kademelerinin altında ise meydan ile irtibatlı ve yüksek pencerelerle aydınlatılan birçok oda mevcuttu. Bu odalarda, Roma döneminde vahşi hayvanlar, Doğu Roma döneminde ise gösterilerde kullanılan at, deve ve filler barınmaktaydı. Roma döneminde Hipodrom sadece vahşi hayvan gösterileri için kullanılmıştır. Bu hayvanların seyircilere saldırmasını engellemek için tribünlerin önüne derin hendekler kazılmıştı. Doğu Roma döneminde ise Hipodrom ağırlıklı olarak 4 atlı araba yarışları için kullanılmıştır.
Hipodrom’un ortasında ayırma seti olarak bulunan ve alanı at yarışları için iki şeride ayıran “spina” denilen kısmı süslemek için çeşitli antik şehirlerden birçok değerli anıt getirilmiştir. Bugün Hipodrom’un yerini bıraktığı Sultanahmet Meydanı’nda bulunan Yılanlı Sütun Konstantin tarafından ilk getirilen anıtlardandır. Yine bugün meydanda bulunan Dikilitaş da Konstantin tarafından getirilmek istenmiştir, Mısır’a gönderdiği “taşı göndermeniz uygun olur” şeklinde biten mektuba rağmen Mısır Dikilitaşı göndermeye yanaşmayınca Dikilitaş ancak Konstantin’in oğlu II. Konstantin zamanında İstanbul’a doğru yola çıkarılmış ve I. Theodosius zamanında da spinaya dikilebilmiştir. Bugün hala ayakta olan bir diğer eser Örme Sütun’un ise Konstantin veya I. Theodosius zamanında dikildiği düşünülmektedir. Hipodrom’un dış cephesine ise sanatsal değerleri son derece yüksek olan altın yaldızlı tunçtan dört adet at heykeli (Quadriga Atları) yerleştirilmiştir. M.Ö. 4.-3. yüzyıllara ait birer antik çağ eseri olan bu at heykelleri senato tarafından Korint şehrinden Roma’ya getirtilmiş, burada önce Neron’un sonra da Trajan’ın zafer taklarını süslemişlerdir. İmparator Konstantin döneminde de Roma’dan İstanbul’a getirtilerek Hipodrom’daki yerlerine konulmuşlardır. Ancak; 1204 yılında Latinler tarafından gerçekleştirilecek işgalde Hipodrom’dan sökülerek Venedik’e götürülecekler, 1797 yılında Napolyon tarafından Paris’e taşınacaklar ve 1815 yılında da geri verilerek Venedik’teki San Marco Bazilikası’nın cephesine yerleştirileceklerdir. Günümüzde orijinal heykeller hava şartlarından korunması amacıyla bazilikanın içinde sergilenirken dış cepheye ise replikaları konulmuştur. Konstantin ve ardından gelen imparatorlar Roma’dan, Yunanistan’dan, Sirakuza’dan ve Ege Adaları’ndan getirttikleri mermer, tunç ve bakırdan başka heykellerle de Hipodrom’u süslemişlerdir. Bu heykeller arasında Perikles’in, Augustus’un ve Lisimahos’un portreleri, ünlü heykeltıraş Fidias’ın Roma kopyası eserleri ve Romus ile Romulus’ü emziren kurt (Lupa) heykelinin bir versiyonunun bulunduğu bilinmektedir ancak bu heykellerin hiç biri günümüze ulaşamamıştır. Yakın zamanda biri Topkapı Sarayı’nın avlusunda olmak üzere bulunan iki adet heykel kaidesinden, Hipodrom’a başarılı ve şöhret sahibi at arabası yarışçılarının heykellerinin dikildiği de anlaşılmaktadır. Bulunan kaideler Prophyrios adında büyük şöhret sahibi bir yarışçının heykellerini taşımaktaydılar.
Hipodrom Latin işgalinde çok büyük zarar görmüştür. Oyunlar ve yarışlar tatil edildiği gibi, Hipodrom’daki metal heykeller sökülerek eritilmiş ve anıtlar tahrip edilmiştir. Bu büyük yağmanın ardından Hipodrom’un bir daha onarılması ve eski canlılığına kavuşması mümkün olmamıştır. Şehri Latinlerden geri alan VIII. Mihail Paleologos ve ondan sonra devam eden Paleologos Hanedanı döneminde de Hipodromun’un çöküşü devam etmiştir. Doğu Roma İmparatorluğu’nun son devirlerine geldiğinde yarı yıkık ve harap haldedir. Veronalı rahip ve tarihçi Onufrio Panvinio tarafından 16. yüzyılda yayınlanan bir gravür bize Hipodrom’un mimarisi hakkında önemli bilgiler vermekle birlikte Hipodrom’un harap halini de gözler önüne sermektedir. Matrakçı Nasuh’un 1536 yılında çizdiği At Meydanı minyatüründe ise meydanın, Hipodrom’un “sphendone” denilen yuvarlak uç kısmına denk gelen kısmında Hipodrom’un galerisine ait yarım daire şeklinde dizili bazı sütun ve kemerlerin hala ayakta olduğu görülmektedir. Süleymaniye Camii yapılırken bu sütunlar yerlerinden alınarak cami inşaatında kullanılmıştır. 17. yüzyıl başlarında da bu alana Sultanahmet Külliyesi’nin bazı binaları inşa edilmiştir. Ancak zemin eğimli olduğundan Hipodrom’un bu alandaki kısmı bir taraça oluşturacak şekilde üzerine kurulan binaların altında ayakta kalabilmiştir. Doğu Roma döneminde sarnıç olarak kullanılan bu kısım bugün hala görülebilmektedir. Hipodrom’un çok küçük bir kısmı olan harap haldeki bu yapı parçasından dahi Hipodrom’un görkemi anlaşılabilmektedir.
Bu yazı yorumlara kapalı.