Bu yazıda öncelikli olarak; bağımlılık teorilerinin temelinde yer alan kavramların Marksist düşünce içerisindeki gelişimi ve bağımlılığın teorik zemin kazandığı 1960’lı yıllardan önce bağımlılık ilişkileri hakkında üretilmiş fikirlerin incelenmesi ile başlanarak Bağımlılık Okulu’nun oluşumuna sahneyi hazırlayan fikri gelişimin izi sürülmüştür. Ardından 1960’lı yıllardan itibaren Bağımlılık Okulu dahilinde üretilmiş olan çeşitli bağımlılık teorileri kişiler nezdinde ele alınarak incelenmiş ve birbirleriyle karşılaştırılmıştır. Aynı yıllarda Türkiye’de de gelişme gösteren bağımlılık teorileri yine aynı metodla ele alınmıştır. Türkiye’deki bağımlılık teorileri incelenirken, Bağımlılık Okulu’nun Türkiye’deki en büyük temsilcisi olması ve diğer savunucuları ile temel hatlarda benzerlik göstermesi sebebiyle Doğan Avcıoğlu ve Yön Dergisi seçilmiş ve yazının Türkiye ile ilgili olan kısmı bu çizgi üzerinden devam etmiştir. Ancak bu çizginin dışında kalan ve tamamen farklı bir bağımlılık teorisi sunan İdris Küçükömer farklılık arz etmesi sebebiyle ayrıca kısa bir şekilde incelenmiştir. Nihayetinde; Marksist görüş tarafından Bağımlılık Okulu’na yöneltilen eleştirilere yer verilerek, Bağımlılık Okulu’nun tarihsel süreçteki yeri ve günümüzdeki durumu irdelenmiştir.
1. MARKSİST DÜŞÜNCEDE ULUS TANIMININ VE ULUSAL DÜZLEMDE SÖMÜRÜ FİKRİNİN GELİŞİMİ
Karl Marx bugüne kadar ki bütün toplumların tarihinin sınıf savaşımları tarihi olduğunu söylemiştir. Onun tanımında ulusların yeri yoktur, ona göre toplum alt yapı ve üst yapılardan oluşur. Alt yapı üretim ilişkileridir ve bunun şekline göre üst yapı kurumları yani kültür, din, ahlak, bilim, sanat vb. şekillenir. Marx üretim ilişkilerinin toplumları şekillendireceğini ortaya koymuş ancak emperyalizm ve ulusal düzlemde sömürü üzerine bir açıklama getirmemiştir.
Emperyalizmin yani tekelci kapitalizmin ilk tanımı Vladimir İlyiç Lenin tarafından yapılmıştır. Lenin’e göre, kapitalist düzende büyük işletmelerin küçük işletmeleri yutup tüm iç pazarı ele geçirdikten sonra oluşan çok büyük sermayeli kartel ve tröstler ellerindeki ürün ve sermaye fazlalığını tüketebilmek için yeni pazarlar bulmak zorunda kalır. Böylece az gelişmiş ülkelerin pazarlarına hakim olma mücadelesi başlar. Gelişmiş ülke sermayelerinin azgelişmiş ülkelerin piyasalarını işgal etme çabası, gelişmiş – az gelişmiş toplum çatışmasını ve ulusal düzlemde sömürüyü doğurur. Ancak Lenin’in sağlam temellere oturmuş bir ulus tanımı yoktur, ulustan kastettiği şey açık değildir. Örneğin lideri olduğu devrim, ulusların kendi kaderini tayin hakkını tanıyan ilk hareket olmasına ve Lenin’in de bu hakkı şahsen kabul ve ilan etmesine rağmen Sovyetler Birliği’nden ayrılmak isteyen Ukraynalılara veya Türkistan’da Sovyetlere karşı mücadele eden Basmacılara, “proleter bilince erişmedikleri” gerekçesiyle bu hak tanınmamıştır. Lenin, “Programımızda Ulusal Sorun” adlı yazısında ulusların kendi kaderini tayin hakkı ile ilgili olarak şunları der: “Parti programımızda, başka şeylerin yanı sıra devletin bir parçasını oluşturan bütün ulusların kendi kaderini tayin hakkının tanınmasını güvence altına alacak demokratik bir anayasaya sahip bir cumhuriyet talebi öne sürdük. Pek çokları programımızdaki bu talebi yeterince açık bulmadılar ve 33. sayıda, Ermeni Sosyal Demokratların Manifestosu üzerine konuşmada, bu noktanın anlamını şöyle açıkladık. Sosyal Demokratlar, ulusun kendi kaderini tayin hakkını şiddetle ya da haksız yoldan etkileme yönündeki her girişime karşı daima savaşacaktır. Ancak kendi kaderini tayin özgürlüğünü koşulsuz tanımamız, hiçbir şekilde kendi kaderini tayin yönündeki her talebi destekleyeceğimiz anlamına gelmemektedir. Proletaryanın partisi olarak, Sosyal Demokrat Parti her bir ulus içindeki halklardan ya da uluslardan ziyade proletaryanın kendi kaderini tayinini ilerletmeyi olumlu ve temel bir görev olarak sayar. Bütün ulusların proletaryasının en yakın birliği için daima ve koşulsuz bir biçimde çalışmalıyız ve yeni bir sınıf devletinin kuruluşuna ya da bir devletin tam siyasi birliğinin yerine daha gevşek federal bir birliğin oluşumuna götürecek talepleri ileri götürmemiz ve aktif bir şekilde desteklememiz ancak belirli istisnai durumlarda söz konusu olabilir.”[1] Bu durumda Lenin’in tanıdığı ulusların kendi kaderini tayin hakkının aslında kimlere tanındığı, kullanılan ulus kelimesi ile aslında kimlerin kastedildiği belirsizleşmektedir. Ulusun tam ve açık bir tanımını ortaya koymadan tanınan ulusların kendi kaderini tayin hakkının “proleter bilinçlenmeyi” gerçekleştirmiş olsa bile hangi topluma tanınacağı sorunu ortaya çıkmaktadır. Bu hak sadece proletaryanın mı yoksa kullanılan ulus kelimesinden anladığımız gibi Fransız Devrimi’nden sonra oluşan modern ulus tanımlarının ifade ettiği toplumların da mı hakkıdır veya coğrafi, siyasi, dini, mezhepsel kavramlar etrafında toplanmış olan toplumlara da tanınacak mıdır?
Marksist hareket içerisinde ulusun ilk formülize tanımı Josef Stalin tarafından yapılmıştır. 1913 tarihli “Marksizim ve Ulusal Sorun” adlı yazısında “Ulus; tarihsel olarak ortak dil, toprak, iktisadi yaşam ve ortak kültür biçiminde şekillenen psikolojik bir yapı üzerinde kurulmuş insan topluluğudur.” der. Onun tanımına göre ulus için bu öğeler olmazsa olmazdır. Bu tanım daha sonradan Marksist düşünce tarafından nesnel unsurlara çok önem vermekle ve ulus kimliğinin inşasında unsurlar arasındaki eşitsiz gelişimi açıklamak için uygun zemin bırakmamakla eliştirilmiştir.
Marksist düşünce içerisinde ulus kavramı ve ulusal düzlemde sömürü üzerine durmuş bir başka isim Mir Seyyit Sultan Galiyev’dir. Ulusal düzlemdeki sömürüyü analiz ederken metropol ve sömürge ayrımını kullanır. Ona göre, Batı halklarının teknik ve kültürünün ilerlemesine etkide bulunan tarihsel ve doğal-coğrafi nitelikteki bir dizi koşul dünyanın farklı kesimlerindeki halklar arasında ekonomik ve kültürel iletişim araçlarının yani uluslararası iletişim yolları ve askeri-stratejik noktaların Batılıların eline geçmesini sağladı. Böylece Batı ve Doğu arasındaki politik ve ekonomik ilişkilerde bütün üstünlük onların eline geçmiş oldu. Batı bu üstünlüğünü kullanarak sömürgelerdeki endüstrileşmeyi engellemiş ve onların tarımsal, köylü toplumlar olarak kalmasına sebep olmuştur. Bu gelişmeden sonra Batı-dışı dünyanın halkları kendi ülkelerinin doğal zenginlikleri üzerinde mülkiyet hakkı olmaksızın, efendilerinin yani metropollerin yararına çalışan kölelere dönüşmüştür.[2]
Galiyev, Marx ve Engels’ten beri ulusu ancak sınıf mücadelesinin önüne engel olarak çıktığında bir sorun olarak ele almak yerine onu tarihsel süreç içerisinde doğal olarak oluşmuş bir yapı kabul ederek Marksist ve anti-emperyalist kuram içerisine bir öğe alarak almıştır. Üçüncü dünya devrimciliğinin önderlerinden kabul edilen Galiyev’e göre Batı proletaryası, Doğu proletaryasından çok daha rahat ve ileri konumdadır. Bu konumlarını kendi kapitalistleri ile işbirliği yapmalarına borçludurlar. Batı sermayesinin Doğu’yu sömürmesi sayesinde Batı toplumları daha fazla gelişmiş ve sınıfsal bölüşümde proletaryaya düşen pay Doğu’dakine kıyasla daha büyük olmuştur. Görece rahat ve ileri olmalarının Batı sermayesinin, azgelişmiş Doğu’yu sömürmesinden kaynaklandığını bilen Batı proletaryası, bu konumunu koruyabilmek için kendi kapitalistlerine ses çıkarmaz. Emperyalist sömürüden onlar da pay alır ve bu düzenin devamını savunurlar. Şayet Batı’da bir devrim olup Batı proletaryası iktidarı ele geçirse bile Doğu üzerindeki sömürüyü aynen devam ettirecektir. Bu durumda Doğu için değişen tek şey bir efendinin gidip yeni bir efendinin gelmesi olacaktır. Emperyalizmin kıskacındaki toplumların kurtuluşun yolu ise ancak sömürge ve yarı sömürgelerin metropoller üzerindeki diktatörlüğüyle sağlanabilir böylece sömürge halindeki gerçek üretici güçlerin özgürlüğü güvence altına alınabilecektir.[3] Galiyev’e göre, Doğu proletaryası Batıya kıyasla iki kere proleterdir, çünkü hem sınıfsal hem de ulusal sömürü altındadır, bu yüzden gerçek bir devrimi ancak Doğu proletaryası gerçekleştirebilir. Galiyev’in fikirleri sömüren – sömürülen toplum çatışmasını sınıf çatışmasının önüne koyarak klasik Marksizmden ayrılır. Bu anlamda ona bağımlılık teorilerinin de öncüsü diyebiliriz.
Galiyev’e göre, en büyük sömürüyü oluşturan ve sınıfsal sömürüye azgelişmiş toplumlarda da son verebilmek için önkoşul olarak ortadan kaldırılması gereken ulusal düzlemde sömürünün yani emperyalizmin son bulması için halkların, milli birliklerini sağlamış anti-emperyalist güçlü uluslar oluşturmasına ve bu ulusların emperyalizme karşı bir arada mücadele etmesine bağlıdır. Bu doğrultuda Türk halklarının sosyalist ve anti-emperyalist bir Turan Devleti altında birleşmesi ve bu Sosyalist Turan Devleti’nin diğer uluslarla birlikte Sovyetler Birliği altında buluşması gerektiğini savunur. Ona göre bir Turan Devleti’nin kurulması Sovyetler Birliği’nin kendinden önceki büyük yapılar (Roma, Osmanlı) gibi dağılması durumunda Türk halklarının ufak parçalar halinde güçsüz konuma düşerek tekrar emperyalizmin sömürüsüne girmesini engellemek için gerekli ve anti-emperyalist mücadelenin oluşturduğu bilinçlenme sayesinde engellenemez bir durumdur.[4] Galiyev bu birleşmeyi emperyalizme karşı mücadelenin bir gerekliliği olarak görmekte ve bunu sadece Türk halkları için değil bütün diğer milletler için istemektedir. Bu görüşünü “Emperyalizme karşı savaşta millet bir olsun, milletler eşit olsun” diyerek formüle eder. Aynı yıllarda Galiyev ile paralel fikirlere sahip ve onunla işbirliği halinde olan Mustafa Suphi 1. Komintern Kongresi’nde yaptığı konuşmasında sömürülen Doğu toplumlarının kurtuluş yolunu şöyle açıklar: “Yoldaşlar, bildiğiniz gibi eğer İngiliz-Fransız kapitalizminin başı Avrupa’da ise midesi Asya’nın geniş alanlarında bulunuyor. Ve biz, Türk sosyalistleri için acil görev Doğu’da kapitalizmin köklerini söküp atmaktır. Türkiye, İran, Hindistan, Çin ve diğerleri İngiliz-Fransız sanayilerine kapılarını kaparlarsa hem Avrupa borsaları pazar olanaklarından yoksun kalır hem de kaçınılmaz bir krize yol açılmış olur ve bunun sonucu hakimiyet proletaryanın eline geçer ve sosyalist düzen kurulur.”[5]
Bağımlılık teorilerinin öncüsü diyebileceğimiz bir diğer hareket de 1932 yılının Ocak ayında Türkiye’de yayın hayatına başlayan Kadro Dergisi’dir. Derginin kurucuları Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Şevket Süreyya Aydemir, Vedat Nedim Tör, Burhan Asaf Belge ve İsmail Hüsrev Tökin’dir. Derginin amacı Kemalist devrimlerin yerleşmesini sağlamak ve bu doğrultuda bir ideoloji oluşturmaktır. Kapitalizme karşı olmuş ve devletçi ekonomiyi savunmuşlardır. Her ne kadar Marksizme yaklaşsalar da Marksizmin dışında üçüncü bir yol oluşturma çabasındadırlar. Kadrocuların görüşlerinin temelinde de ulusal düzlemde sömürü fikri bulunmaktadır. Bu konuda teorik bir temelden yoksun olsalar da Osmanlı Devleti’nin bağımlılığını görmüş olmaları ve yeni çıkılan Bağımsızlık Savaşı’nın etkisiyle anti-emperyalizm, gelişmiş – az gelişmiş toplum, sömüren – sömürülen toplum gibi konulara yönelmişlerdir. Dergi 3 yıl devam ettikten sonra 1935’te 36. sayı ile yayın hayatına veda etmiştir. 1960’lı yıllarda bağımlılık teorisinin kuramcılarından Andre Gunder Frank’ın bağımlılığa karşı sunduğu çözümü Şevket Süreyya Aydemir, Kadro Dergisi’ndeki bir yazısında daha o yıllarda sunmuştur. Ona göre Türkiye’nin sanayileşmesi ancak emperyalist ülkelerle olan iktisadi ilişkinin minimuma düşürülmesiyle sağlanabilir.[6] Kadro’nun temel tezi, sınıfsal sömürünün üstünde ulusal düzlemde bir sömürünün bulunduğu ve Türkiye gibi ülkelerin bu sömürüden kurtularak kalkınabilmesinin yolunun sosyalizm ve kapitalizm dışında üçüncü bir yoldan geçtiğidir.
2. BAĞIMLILIK TEORİSİ
1960’lı yıllar bağımlılık teorisinin kuramsal boyutunun gelişmeye başladığı yıllardır. 60’lardan itibaren Paul Baran, Andre Gunder Frank, Theotonio Das Santos, Giovanni Arrighi, Paul Sweezy, Immanuel Wallerstein, Samir Amin gibi düşünürler bağımlılık ekolünde çeşitli teoriler geliştirmiştir.Bağımlılık teorisi Marksist temellerden yola çıkar, neo-marksist temellidir. Modernleşme Okulu’na eleştiri olarak doğmuştur. Modenrleşme teorisine göre gelişmiş Batılı ülkelerin varmış olduğu sosyal, kültürel, ekonomik nokta tüm toplumlar için nihai hedeftir. Azgelişmiş toplumlar da teknoloji transferi, iktisadi yönlendirme ve modern bir bürokratik yapılanma ile evrimci bir süreç içerisinde gelişmiş ülkelerin seviyesine erişecektir.[7] Bunun için gelişmiş Batılı ülkelerin izinde ve yol göstericiliğinde Batılı ülkelerin bulunduğu noktaya doğru yol almalıdırlar. Bağımlılık teorisine göre ise modernlik bir Batı sistemidir. Batı kendini modern, Batı-dışı dünyayı ise modernlik dışı olarak kavramlaştırır. Modernlik teorisi Batı-dışı dünyanın modernleştirilmesini yani aslında sömürgeleştirilmesini savunur. Bağımlılık Okulu, geleneksel toplum – modern toplum ikiliği yerine merkez – çevre veya metropol – uydu ikiliğini kullanmıştır. Dünyanın son 300 yıllık düzeninin analizi çabasındadır. Marksist tarihin ilerlemeci tarih anlayışını benimser hatta bu yüzden sömürülen toplumlar için “gelişmemiş” yerine “azgelişmiş” ifadesi kullanmayı tercih eder çünkü gelişmemişlik kapitalizm öncesi dönemi ifade eden bir tanımdır.[8] Bağımlılık teorisinin en önemli yanlarından biri azgelişmişlik sorununa ilk defa azgelişmiş ülkelerin penceresinden bakmasıdır. Nereye bakıldığından çok nereden bakıldığını önemseyerek yöntemsel bir üstünlük sağlamıştır. Bu sayede modernleşme teorisinde bir gedik açabilmiş, Batı merkezli veya ırk merkezli tezlere karşı bir meydan okuma niteliği kazanabilmiştir.[9]
Bağımlılık teorileri birbirlerinden farklılık gösterse bile hepsinin temelindeki ortak fikri özetleyecek olursak; merkez ülkelerde, klasik Marksistler tarafından savunulan gelişim süreci yaşanarak kapitalist üretim şekli hakim olmuştur. Çevre ülkelerde ise kapitalist gelişim merkezdeki daha gelişmiş ülkeler tarafından engellenmiş böylece kapitalizm öncesi üretim şekli çevrede uzun süre daha varlığını sürdürebilmiş ve merkezdekilerden olabildiğince farklı ekonomik ve sosyal bir yapı ortaya çıkarmıştır.[10] Çevre ülkelerin sağlıklı bir gelişim süreci yaşamasının engellenmesi onların azgelişmiş olarak kalmasına ve merkez ülkelere bağımlı hale gelmesine sebep olmuştur.
1960’lı yılların dünyasında Küba ve Çin devrimleri yaşanmış, ABD Vietnam’da yenilmiş, 2. Dünya Savaşı sonrası dünyanın bir çok yerinde bağımsızlık savaşları başlamış, gençler ve aydınlar arasında anti-emperyalist, sol görüşler yaygınlık kazanmıştır. 60’lı yılların bu sosyal ve politik gelişmeleri bağımlılık teorisinin güç kazanmasını sağlamıştır.
2.1. Latin Amerika İktisat Komisyonu (ECLA)
Bağımsızlık teorisinin azgelişmişlik üzerine tezlerinin en önemli esin kaynağı 1950’li yıllarda Birleşmiş Milletler bünyesinde kurulmuş olan ECLA (Latin Amerika İktisat Komisyonu) adlı kurumda yapılan çalışmalar olmuştur. Yapılan çalışmalarda gelişmiş ülkelerle diğerleri arasında ticaret hadlerinden kaynaklanan bir eşitsizlik olduğu, dolayısıyla geleneksel ticaret ilişkilerinin yani azgelişmişlerin tarımsal, gelişmişlerin sanayi malları üretiminde ve ticaretinde uzmanlaşmasının azgelişmişliği sürdüreceği ve hatta perçinleyeceği vurgulanmıştır. ECLA ekolünün çözümü ise stratejik bir ithal ikamesi politikası yürütmektir.[11]
2.2. Paul Baran
Bağımlılık teorisinin önemli esin kaynaklarından biri de Paul Baran ve Paul Sweezy gibi Amerikalı sosyalistler olmuştur. Özellikle Paul Baran bağımlılık tezlerini Marksist analizlere ve kavramlara yaklaştırmıştır.
Baran’a göre Batı Avrupa’da avantajlı coğrafi konumu, yeterli doğal kaynaklara sahip olmaması bu sayede gemicilik ve ticaretin gelişerek dünyanın geri kalanını yağmalayabilmesi ve feodalizmin çözüldüğü son dönemde tarımda yaşadığı verimlilik gibi sebepler sayesinde kapitalizm gelişmiştir. Oysa yağmalanan sömürgelerde artık üretim azalmış, sermaye birikimi durmuş ve bu ülkelerdeki ilkel sanayi Batı sanayisi karşısında tahrip olmuştur.[12] Baran azgelişmişliğin nedenini direkt olrak sömürüye bağlar. “Büyümenin Ekonomi Politiği” adlı kitabında gelişme ekonomisini sömürüyü gizlemeye yardımcı olan ideolojik bir destek olarak tanımlamıştır. Gelişmiş ülkelerin, azgelişmiş ülkelerin kalkınması için bir çaba harcamadığını, bu söylemin sadece gerçeği gizleme amacı taşıdığını söyler.[13] Baran bu doğrultuda kapitalizmin gelişimini yeniden tanımlar: “Kapitalizm bazı ülke veya bölgelerin başka ülke veya bölgeler aleyhine gelişmesidir.” Ona göre kapitalist gelişmenin maliyeti ötekinin gelişmemesidir.
2.3. Andre Gunder Frank
Baran’dan etkilenen Andre Gunder Frank’ın, Latin Amerika’nın az gelişmişlik durumunun nedenlerini analiz ettiği “Latin Amerika’da Kapitalizm ve Azgelişmişlik” kitabı bağımlılık teorisi için mihenk taşı kabul edilir. Frank bu kitabıyla teorinin uluslararası alanda tanınmasını sağlamış ve bu akımın en ünlü düşünürü olmuştur. Kitabın ilk cümlesi aslında tüm kitabın özeti niteliğindedir: “Tıpkı Paul Baran gibi ben de inanıyorum ki, geçmişteki azgelişmişliği yaratan ve hala günümüzdeki azgelişmişliği destekleyen şey, hem dünya çapındaki hem de ulusal alandaki kapitalizmdir.”[14] Frank, gelişmişlik ve azgelişmişliği direkt olarak kapitalizme bağlamıştır.
Frank’ın teorisine göre kapitalist üretim sistemi güçlü merkez bölgeler ve onlara bağlı oldukları için az gelişmiş çevre bölgeler yaratır. Bu hiyerarşik bir sistemdir, bu sistem aslında yaratılan artı değerin hiyerarşik olarak azgelişmişten gelişmişe doğru aktarılmasıdır. Merkez bu artı değeri kendine çekebildiği için gelişmiş, uydu ise kendi artık değerini kullanamadığı için azgelişmiş kalmıştır. Frank’e göre merkez bölgeler ABD, Avrupa ve Japonya’dır. Bu merkezlerin gelişmesinin ve zenginleşmesinin asıl nedeni çevre ülkelerini sömürmeleridir. Kapitalizm devam ettikçe merkez ülkeler ve çevre ülkeler arasındaki eşitsiz gelişme sürekli devam edecektir. Üçüncü dünya ülkeleri merkez ülkeleri takip ettiği sürece hep çevre ülke olarak kalacaklardır, bağımlılık ilişkisi devam ettikçe sistem onların merkez ülke olabilmelerine asla izin vermeyecektir. Latin Amerika’nın azgelişmiş kalmasının nedeni de kendi iç dinamikleri veya feodalizm değil, Latin Amerika’nın ABD’nin uydusu konumunda olmasıdır ve bu uyduluk durumu devam ettikçe modernleşme teorisinin iddiasının aksine Latin Amerika hiç gelişemeyecek, daima böyle kalacaktır.
Frank, azgelişmiş ülkelerin devlet ve brujuvasının görevinin gelişmiş merkez ülkelere kaynak aktarmak olduğu savunur. Merkez ve uydu çevre arasındaki ilişki hem merkezdeki üretim fazlasını çevreye aktarma hem de azgelişmişliğin devamlılığını sağlayan sınıf çıkarları yaratma işlevi görür. Yani azgelişmiş toplumlardaki hakim sınıflar konumunu merkez – uydu ilişkisine borçludurlar.
Frank’e göre merkez – uydu zinciri 16. yy’dan beri vardır, o zamandan bu zamana sadece baskı ve uydu şehrin sömürülme şekilleri değişmiştir, mevcut bağımlılık sisteminde bir değişiklik söz konusu değildir. Bu “değişikliğin devamlılığı” prensibidir.[15]
Frank’in kapitalizmin azgelişmişliğin yegane sebebi olduğu yönündeki iddiası 1970’li yılların sonlarına kadar Marksist düşünceye hükmeden bağımlılık teorilerinin ana karakteristiği olmuştur ancak 1970’lerden itibaren teoriye yönelik Marksist eleştiriler yoğunlaşmış ve Marksizmle bağımlılık teorisi arasında düşünsel bir mücadele doğmuştur.
2.4. Celso Furtado
Celso Furtado, Osvaldo Sunkel ile birlikte ECLA’nın analizlerini yeniden formüle etmeye çalışmıştır. Fomülasyonunu daha tarihsel bir yaklaşımla endüstriyel kapitalizme dayandırmıştır. 4 temel güç kaynağının olduğunu ve bir toplum için tarihsel sürecin bu kaynaklara sahip olma veya olmama durumu neticesinde geliştiğini söyler. Bu kaynaklar: Teknolojinin kontrolü, finansal kaynakların kontrolü, piyasanın kontrolü, ucuz emek kaynaklarının kontrolüdür.[16]
2.5. Theotonio Dos Santos
Andre Gunder Frank’ten etkilenen Theotonio Dos Santos, bağımlılığı “bir grup ülke ekonomilerinin, diğer ülkelerin büyüme ve yayılmaları tarafından belirlendiği, bir belirleme durumu”[17] şeklinde tanımlayarak popülerleştiren kişi olmuştur. Ticari ve mali ilişkiler olarak sınıflandırdığı temel ilişkilerin özünde eşitsiz bir süreç içerisinde gerçekleştiğini, bu ilişkilerin sonucunda ülkelerin iç pazarlarının, teknik ve kültürel kapasitesinin gelişimini sınırladığını ileri sürer.[18]
Santos, bir sorun olarak emperyalizmi kapitalizmin önüne koymuştur. Santos’a göre bağımlı bir ülkenin kendi iç dinamiklerinin onun gelişiminde olumlu veya olumsuz bir etkisi yoktur, tüm azgelişmiş ülkelerdeki gelişimi bağımlı olunan ülkeler belirler. Bu sebeple azgelişmiş ülkeler bağımlılıktan yani emperyalizmin sömürüsünden kurtulmadıkça kendi içlerindeki sınıf mücadelesi bir anlam ifade etmeyecektir.
2.6. Immanuel Wallerstein
1974 yılında Immanuel Wallerstein kapitalist dünya ekonomisinin analitik tarihini incelediği 4 ciltlik eserinin ilk cildi olan “Modern Dünya Sistemi” kitabını yayınladı. Kitapta kullandığı argümanlar Andre Gunder Frank ile belli bir oranda benzerlik göstermektedir. Merkez ve çevre ayrımı onda da vardır ama o iki kavram daha ekleyerek 4 bölgeli bir sistemden bahseder. Bu bölgeler; merkez, yarı-çevre, çevre ve dışsal bölgedir. Yarı-çevre, devletlerdeki bir çeşit işgücü aristokrasisidir, merkez ile çevre arasında risk azaltıcı tampon rolü oynar. Yarı-çevre olmayan bir dünya tamamen kutuplaşmış ve ayaklanmalara meydan vermiş olur. Bu sebeple, ortada bulunan bu katman ile karşıtlıklar dağıtılır. Dışsal bölge ise dünya ekonomisinin dışında kalan kendi kendilerine yeten devasa imparatorluklardır. Dışsal bölgelere tarihten verilebilecek örnekler Osmanlı ve Rus İmparatorluklarıdır. Osmanlı İmparatorluğu, Wallerstein’ın en gözde inceleme konusularından biridir. Ona göre Osmanlı İmparatorluğu 1750 öncesinde dış bölge iken bu tarihten sonra dünya sisteminin içine çekilerek çevre ülke konumuna gelmiştir, lakin bu tarihi daha sonraki yazılarında 16. yy’a kadar geri çekmiştir.[19]
Wallerstein’ın modern dünya sistemleri teorisi yerel, tekil ve ulusal tarihçiliğin yetersizliğini vurgular, bunların ancak dünya ölçeğinde tarihsel analizlere katkıda bulunduğu oranda önem arz ettiğini söyler. Onun teorisi, tekil veya yerel tarih ile değil bütünsel tarih ile ilgilenir. Bütünden yola çıkarak tekili analiz eder. Wallerstein bu noktada Bağımlılık Okulu ile ayrılır. Bağımlılık Okulu teorileri azgelişmiş toplumlar üzerinden yola çıkarken Wallerstein bütün dünya sistemini bir bütün olarak ele alarak hareket eder.[20] Onun bu yaklaşımında Annales Tarih Okulu’nun etkisi vardır.
Wallerstein’a göre dünya tarihi 16. yy’dan itibaren gelişen kapitalist dünya ekonomisinin tek ve bütünsel hareketinin analizidir. Modern Dünya Tarihi analizini 16. yy’dan başlatır; daha 16. yy’da ticaret sayesinde bir dünya ekonomisi kurulmuştur.[21] 18.yy’da dinsel bilgi sorgulanmaya ve yerini rasyonel bilgiye bırakmaya başlanmıştır. Yüzyılın sonuna doğru da felsefe ile bilim arasında boşanma gerçekleşmiştir. Bu ayrılığı savunanlar hakikate giden biricik yolun deneysel gözlemlerden kalkılarak yapılan tümevarımlara dayanan kuramsallaştırma olduğunu savunan “bilim” tarafıydı. Metafizik çıkarımların spekülasyon olduğu ve doğruluk değeri taşımadığını savunuyorlardı.[22] 19.yy’da ise doğa bilimleri ile sosyal bilimler birbirinden ayrılmıştır. Bu ayrılış ile şu soru ortaya çıkmıştır: Toplumsal gerçekliğin araştırmasını hangi yapacaktı, rasyonel bilimler mi yoksa sosyal bilimler mi? Leopold von Ranke ile birlikte tarih doğa bilimlerine dahil edilebilecek bir metod kazanmış ama buna rağmen ondan sonraki tarihçiler kendilerini sosyal bilimler alanına konuşlandırmıştır.[23] Tarih alanındaki bu gelişmeler esasen 5 ülkede gerçekleşmiştir. Bunlar; Fransa, Britanya, ABD ve daha sonraları bunlara katılan İtalya ile Almanya’dır. Doğal olarak yazılan ve öğretilen tarih aslında bu 5 ülkenin tarihidir. Ayrıca bu ülkelerin tarihi anlatılırken neler dahil edilmelidir sorunu ortaya çıkmıştır. Çoğu tarihçi bu ülkelerin bugünkü sınırlarını kullanarak bu sınırlar içerisinde olabildiğince geriye gitmeyi tercih etmiştir. Yani tarih bu ülkelerin toprak sınırları içerisinde geçmişten bugüne gerçekleşmiş her şeyin tarihi olmuştur. Bu durum ise çağdaş milliyetçi duyguların pekişmesine hizmet etmiştir. Dolayısıyla tarih bizzat devletler tarafından desteklenen bir pratik halini almıştır.[24] Bu hal sadece tarih için değil aynı zamanda iktisat, sosyoloji ve siyaset bilimi için de geçerlidir. Ancak bu beş ülkenin dünyanın çeşitli yerlerinde sömürgeleri vardı ve bu bölgelerle savaşıyordu, ticaret yapıyordu, çeşitli ilişkiler kuruyordu dolayısıyla dünyanın geri kalanının da incelenmesi gereği doğmuştur fakat tarih, iktisat, sosyoloji ve siyaset bilimi modern dünyanın incelenmesi için uygun bilimlerdi, batı-dışı “modern olmayan” dünyanın incelenmesi amacıyla iki disiplin daha doğmuştur: antropoloji ve filoloji.[25] Batı bu disiplinleri kullanarak Batı-dışı dünyayı incelemeye başlamıştır, bu incelemeciler şarkiyatçılardır.
Şarkiyatçılar, Batı-dışı dünyayının tarihini araştırdıkça orada da antik Çin, Pers ve Hint gibi yüksek medeniyet izlerine rastladılar ve Batı-dışı dünyanın bu yüksek medeniyetlerini açıklayabilmek için bu medeniyetlerle Batı arasında filolojik ve antropolojik bağlar kurmaya çalıştılar. Böylece Doğu’nun tarihindeki yüksek medeniyetler Batı ile ilişkilendirilerek “mantıklı” bir açıklamaya kavuşturuluyordu.
Şarkiyatçı araştırmaların vardığı sonuç; Batı-dışı dünyanın tarihindeki yüksek medeniyetlerin tarihin bir aşamasında donmuş ve Batı gibi moderniteye doğru ilerleyememiş oldukları, eğer moderniteye doğru ilerlemek istiyorlarsa Batı dünyasının yardımına ihtiyaçları olduğudur.[26] Bu düşünce Batı’nın kendisinde Batı-dışı dünyaya istediği gibi müdahale etme hakkını görmesine sebep olmuştur. Böylece ulusal düzlemdeki sömürünün düşünsel ve tarihsel zemini oluşturulmuştur.
Wallerstein’in Modern Dünya Tarihi analizindeki bir diğer dönüm noktası 1945 yılıdır. 1945 sonrasında 3 önemli gelişme olmuştur. Bunlar; ABD’nin dünya sisteminin hegomonik gücüne dönüşmesi, üçüncü dünya ülkelerinin politik kargaşanın ve jeopolitik taleplerin öne sürüldüğü merkezler haline dönüşmesi, dünya üniversite sisteminde inanılmaz bir genişleme ve gelişmenin meydana gelmesidir. Bu üç değişim daha önceki 100-150 yılda gelişmiş ve güçlenmiş olan bilgi yapılarını alt üst etmiştir.[27] Artık ABD öncülüğünde, dünyanın diğer parçalarını araştırmak için üniversitelerde iktisatçılar, sosyologlar, tarihçiler yetiştiriliyordu. Yeni yetişen bu araştırmacılar şarkiyatçılardan daha entellektüel bir kavram ürettiler; gelişme.[28] Bu yeni kavram ve fikir doğrultusunda, gelişmiş olan devletler daha az gelişmiş olan devletler için bir model olmalı ve onlara gelişmenin yolunu yani kendi yollarını göstermeli hatta onları bu yolda ilerlemeye zorlamalıdır.
Wallerstein’ın modern dünya tarihi analizinde son aşama olarak 1945 ile 1970 arasında doğan dört önemli tartışma onun Modern Dünya Sistemleri Analizine sahneyi hazırlamıştır: 1) Asya Tipi Üretim Tarzı kavramının kullanılışlılığı tartışması, 2) Bağımlılık teorisinin geliştirilmesi, 3) Batı Avrupalı tarihçiler arasındaki feodalizmden kapitalizme geçiş tartışması, 4) Bütünsel tarih hakkındaki tartışma ve Annales Tarih Okulu’nun yükselişi.
Bağımlılık Okulu teorisyenleri bağımlılığı en temelde iktisadi düzlemde açıklamışlardır. Annales Tarih Okulu’nun etkisiyle iktisadi ve sosyal tarih araştırmaları artmış, özellikle Avrupa ve ABD’de bu araştırmalara çok büyük bir yönelim başlamıştır. İktisadi ve sosyal tarih alanında yapılan bu araştırmalar da Bağımlılık Okulu’nun tezlerine gerekli verileri sağlamıştır. Ancak Annales Tarih Okulu ve onun bütünsel tarih anlayışından en fazla etkilenen Wallerstein olmuştur. Bağımlılık ilişkisini tekil örnekler yerine dünya genelinde bir bütün sistem halinde ele alarak Bağımlılık Okulu’ndan farklılaşmasına sebep olmuştur.
Wallerstein, modern dünya sistemleri teorisinin tarihsel kökenlerini 16. yy’dan beri yaşanan bu gelişmelere dayandırır. Modern Dünya bu tarihsel aşamalardan geçerek günümüz dünyasında hakim olan Modern Dünya Sistemi’ni kurmuştur.
2.7. Samir Amin
Samir Amin’in teorisinin özünde eşitsiz uzmanlaşma vardır. Eşitsiz uzmanlaşma, eşitsiz gelişimin hem nedeni hem de sonucudur.[29] Amin’e göre dünyada 5 temel tekel vardır: teknolojik tekel, finansal tekel, doğal kaynaklar tekeli, kitle iletişim tekeli ve silah tekeli. Bu tekelleri elinde bulunduran merkez ülkelerin bunları çevre ülkelere satarak onları kendilerine bağımlı kılar ve çevre ülkelerin bu alanlarda uzmanlaşmalarına izin vermeyerek bağımlılık ilişkisinin devamını sağlar. Aslında çevre ülkelerde de klasik Marksizmin öngördüğü gelişim süreci yaşanır ama merkezdekiler, çevredekilerin bu gelişimi yaşamasını engelledikleri için çevrede çok farklı bir ekonomik ve sosyal yapı ortaya çıkmıştır.
Amin, kapitalizm öncesi dünyayı kendine bir çevre oluşturan 3 vergi ödeme merkeziyle tanımlamıştır. Bu merkezler; Çin, Mısır ve Hindistan’dır. Aynı zamanda Akdeniz bölgesi ise köle sahipliği şeklinin baskın olduğu ve köle temini için kendine bağlı bir çevre oluşturmuş bir merkezdir. Bu merkezin barbar işgalcilerle birlikte gelen yıkımı Avrupa feodalizmini ve sonucunda kapitalizmi doğurmuştur.[30] Kapitalist dünya sisteminin gelişimini ise üç aşamaya böler. İlki, kapitalizmin anayurdunda ortaya ortaya çıktığı, kapitalist oluşumları kapitalizm öncesi dönemlere bağlayan net mubadele ilişkilerinin kurulduğu, tarımın dönüşüm yaşayarak ticarileştiği ve feodal üretim ilişkilerinin çözüldüğü 15. yy’dan 19.yy’a kadar devam eden merkantilist aşama; ikincisi, kapitalist üretim ilişkilerinin tam bir gelişim göstermesiyle yeni bir tür uluslararası uzmanlaşmanın temellerinin atıldığı ve merkez ile çevreyi birbirinden ayıran sınırların oluştuğu, 19.yy boyunca varlığını sürdüren tekel öncesi kapitalist aşama; üçüncüsü ise, eşitsiz uzmanlaşma sebebiyle haksız mubadelenin ortaya çıktığı ve merkezin rekabetçi gücü sayesinde çevrenin kapitalizm öncesi üretim şekillerine mahkum edilerek bağımlılık ilişkisinin kurulduğu emperyalist aşamadır.[31]
Amin’e göre çağımız tarihinin itici gücü anti-emperyalist mücadeledir. 19.yy tarihi Batı proletaryasının devrimci mücadeleleriyle belirlenmişti. Ancak Paris Komünü emperyalizm öncesi devrimci mücadelenin son örneğiydi. Çağımızda ise sosyalizm, anti-emperyalist mücadele ile ilerlemektedir. Artık sosyalizmin günümüzdeki sloganı “Dünyanın bütün işçileri ve ezilen halkları bileşin!”dir.[32]
Amin’e göre sosyalizme geçişin çevreden başlaması gereklidir[33] ve çevrenin bağımlılıktan kurtuluşu için son derece keskin ve radikal önerileri vardır. Ona göre çevre ülkelerin merkez ülkelerle olan siyasi, hukuki, ekonomik, bilimsel, sosyal vb. bütün ilişkilerini koparmaları gerekir. Bu kopma gerçekleşirse merkez ülke merkez olmaktan çıkar, bağımlılık ilişkisi kopar. Çevre ülkelerdeki tüm sorunların, krizlerin, geri kalmışlığın sebebi merkez ülkelere olan bağımlılıktır. Bu bağdan kurtulunduğunda eşitsiz gelişme de son bulacaktır.
3. TÜRKİYE’DE BAĞIMLILIK TEORİSİ
1960’lı yıllarda Türk aydınlarının üzerinde en çok tartıştığı sorulardan biri; “Türkiye azgelişmiş ve emperyalizme bağımlı bir ülke olmaktan nasıl kurtulur, kalkınmasını nasıl sağlayabilir?” idi. Bu tartışma emperyalizme karşı bağımsızlık savaşı vermiş, bunu kazanmış ama buna rağmen kısa sürede yine emperyalizme bağımlı hale gelmiş olmanın şaşkınlığı içerisinde yürüyordu. Örneğin Şevket Süreyya Aydemir 1932’de yazdığı “İnkılap ve Kadro” kitabının 1968’deki ikinci baskısının önsözünde, kitabı yazdığı tarihlerde Türkiye’nin muzaffer olduğunu ama inkılabı devam ettirecek aydın, düşünür, sanatkar kadroların bunu başaramadığını, Türkiye’nin dış haklar ve dış kontroller tesisi pahasına oligarşik bir nizama yöneldiğini söyler.[34] Aynı şekilde Doğan Avcıoğlu’nun siyasi fikirlerinin geliştiği 1945 sonrası yıllar üçüncü dünyada bağımsızlık savaşlarının gerçekleştiği ve bu milliyetçi hareketlerin sosyalizme evrimleştiği yıllardı. Türkiye bu süreci onlardan çok daha önce yaşamış olmasına rağmen bugün emperyalizme bağımlıydı. Bu durum Avcıoğlu’nu rahatsız ediyordu ve onu Batı’nın nasıl olup da zamanında onlardan üstün olan Türkiye’yi geçtiği ve Türkiye’nin bundan nasıl kurtulabileceği sorularına cevap aramaya itiyordu.
1960’lı yıllarda bağımlılık teorisi üzerine eğilen ve Türkiye’nin bağımlılık sorununa çözüm arayanların başında Doğan Avcıoğlu ve Yön Dergisi çevresinde toplanan aydınları görürüz. Yön Hareketi ile 1930’ların Kadro Hareketi arasında birçok paralellikler bulmak mümkündür. Yöncüler, Kemalizm ile sosyalizmin devletçilik gibi çok önemli bir ortak noktaları olduğuna dikkat çekmişlerdir ve tıpkı Kadrocular gibi Kemalizmi sosyalizmle harmanlamaya çalışmış, Kemalizm içerisinde bulunan devletçilik, laiklik, halkçılık gibi prensiplere dikkat çekmişlerdir. Kadro Hareketi sınıfsal çözümlemelerden uzak durmaya çalışmış ancak Yön sınıfsal analizler konusunda daha açık davranmıştır. Yine de her iki hareket de Kemalizmin sınıfsal kökenlerini aramaya çalışmamış ve askeri-bürokratik eliti sosyal sınıflar üzerinde bir güç olarak düşünmüştür. Türkiye’nin Batı’dan farklı ve geri kalmış gelişme tarihinde devletçi ekonominin sınıfsal çatışmaları önleyebileceği tezi bu iki hareketi de Kemalizmin solidarizm anlayışına yaklaştırmıştır. Her iki hareket de yerli burjuvaziyi ağır eleştirmiş ve komprador burjuvazi olmakla suçlamıştır. Yön açıkça TSK’yı gerçek Kemalist bir devrim için sivil siyasete müdahale etmeye davet etmiş, Kadro ise CHP için parti dışından bir ideoloji oluşturmaya çalışmıştır.
3.1. Yön Dergisi
Yön Dergisi 1961 ile 1967 yılları arasında yayınlanmıştır. Derginin imtiyaz sahibi ve yazı işleri müdürü Doğan Avcıoğlu’dur. Mümtaz Soysal ve Cemal Reşit Eyüboğlu da derginin kurucuları arasındadır. Yön Hareketi 1950’li yıllarda CHP çevresinde toplanan DP karşıtı muhalefetin içinde gelişmiştir. Derginin ilk sayısında “Aydınların Ortak Bildirisi” isimli “Yön Manifestosu” olarak da bilinen bir bildiri yayınlanmıştır. Bildirinin altında 164 aydının imzası vardır daha sonradan 878 kişi daha bildiriyi imzalamıştır. İmzacılar arasında; Doğan Avcıoğlu, İlhan Selçuk, Mümtaz Soysal, İlhami Soysal, Niyazi Berkes, Şevket Süreyya Aydemir, Kemal Tahir, İdris Küçükömer, Fethi Naci, Çetin Altan, Altan Öymen, Deniz Baykal ve Korkut Boratav gibi isimler vardır. Manifesto, hareketin ana tezi olan “devletçilik” ve “halkçılık” ilkeleri doğrultusunda bir kalkınmanın altını çiziyordu. Derginin amacı Kemalizmin eksikliklerini Marksizimden faydalanarak tamamlamak ve bu sayede bir kalkınma stratejisi geliştirmektir.
Yön’e göre Türkiye’nin temel sorunu iktisadi kalkınmadır. Bu sebeple hızlı bir iktisadi kalkınmayı sağlayacak yeni bir Kemalist program etrafında birleşilmelidir. Bu yeni program, kapitalist gelişme yolunu seçerek hata yapan eski Kemalist kadroların hatalarını tekrarlamamalı, sosyalist bir yol çizmelidir. Kemalizmin hedeflerine varabilmesi için sosyalist bir yola girmesi şarttır, Türkiye’de iktisadi kalkınma ancak bu şekilde sağlanabilir. Kaldı ki sosyalizm, Kemalizmin devletçilik, halkçılık, milliyetçilik ve inkılapçılık ilkelerinin doğal bir sonucudur. Yapılması gereken bu ilkeleri sosyalist bir eğilimle yeniden tanımlamaktır.[35] Buradan hareketle Kemalist ilkeleri yeniden tanımlamaya çalışan Yön’e göre inkılapçılık, radikal bir iktisadi ve sosyal düzen değişikliğini ifade eden bir devrimciliği; halkçılık, sınıfsız kaynaşmış bir kitle yerine işçi ve köylülerden oluşan emekçi kesimlerden yana feodalizme ve burjuvaziye karşı bir politika izlemeyi; devletçilik, halkçı politikaları izlemeyi mümkün kılan bir metodu; milliyetçilik ise emperyalizme karşı mücadele ve tam bağımsızlığı ifade etmekteydi.[36]
Doğan Avcıoğlu, derginin ilk sayısı için yazdığı başyazısını “Yirminci yüzyılın ikinci yarısında azgelişmiş memleketler için tek çıkar yol sosyalizmdir” diyerek bitirmiştir.[37] Gerek dergide toplanan isimler gerek daha ilk sayıdaki bu gibi ifadeler derginin sağ kesim tarafından oldukça tepki görmesine sebep olmuştur. Dergiye karşı protestolar düzenlenmiş, birçok dava açılmış hatta bir süreliğine Sıkıyönetim Mahkemesi kararıyla kapatılmıştır.
Yön Hareketi her ne kadar toplumsal sınıfları kabul etmiş ve tavrını işçi-köylü sınıfından yana koymuş olsa da aslında Yön’de aynı Kadro gibi henüz tam kapitalistleşmemiş bir feodal Doğu toplumu olan Türkiye’de sınıf çatışmalarının henüz tam anlamıyla oluşmadığını ve devletçi bir ekonomi anlayışı ile bu çatışmanın önüne geçilebileceğini savunur. Yöncülere göre Türkiye’de öncelikli olarak gerçekleştirilmesi gereken milli demokratik devrimdir, bu devrim sayesinde Türkiye bağımlılıktan kurtularak gelişim sürecine devam edebilecektir. Avcıoğlu o dönemdeki sosyalist gruplara da eleştirel bir tavırla yaklaşır ve Türkiye’nin geleceği için sosyalizmi en uygun model olarak görmesine rağmen milli demokratik devrim gerçekleştirilmeden atılan sosyalist sloganları yersiz bulur. Yön Hareketi işçi sınıfı kadar köylülere de önem vermiştir. Yöncülere göre o dönem Türkiye’sinin yüzde 75’ini oluşturan köylülerin katılımı olmaksızın birleşik cephe kurulamaz ve milli demokratik devrim gerçekleştirilemezdi. Yöncüler Atatürk’e de her zaman ilerici bir lider ve siyasal bağımsızlığın mimarı olarak saygıyla yaklaşmış, ülkenin bağımlı bir hale gelerek azgelişmiş kalmasının suçunu Kemalist Devrim’den çok Atatürk sonrası başa geçen yetersiz devlet adamlarına yüklemişlerdir.[38]
3.2. Doğan Avcıoğlu
Doğan Avcıoğlu’na göre devletlerin benimseyebileceği 3 temel tip kalkınma modeli vardır. Bunlardan birincisi tarihsel koşulların uygun olduğu ve sermaye birikimi sonrası burjuva devrimlerinin gerçekleşebildiği Amerikan tipi kapitalist kalkınma modelidir. İkincisi, Sovyetler Birliği’nin benimsediği sınıf esasına ve proletarya diktatörlüğüne dayalı sosyalist modeldir. Üçüncüsü ise, tarihsel olarak modernleşme yarışında geride kalmış ülkelerin uygulaması gereken devletçi ancak proletarya diktatoryasına dayanmayan ulusal sosyalist bir modeldir. Doğan Avcıoğlu ve Mümtaz Soysal parlamenter demokrasinin burjuvazinin çıkarına hizmet eden bir yönetim biçimi olduğunu ve bu yönetim biçimi ile gerçek demokrasiye ulaşabilmenin mümkün olmadığını savunmuşlardır. Ülkenin sosyo-ekonomik geriliği ilerici hareketlerin demokratik yollarla gerçekleşmesine izin vermeyecektir. Bu sebeple hedeflere ulaşabilmek için Avcıoğlu’nun “zinde güçler” adını verdiği asker, bürokrat, aydın, genç, işçi ve köylülerden oluşan birleşik bir grubun herhangi bir sınıf ayrımı gözetmeksizin oluşturduğu ilerici partisinin, askeryenin sol kesimlerinin yapacağı bir darbe sonrası başa getirilmesi gereklidir. O yıllarda TİP ise Yöncülerin bu görüşlerinin aksine demokratik metodların geçerliliğini savunmuş ve bu metodları kullanarak siyaset sahnesinde yer edinmiştir.[39]
Avcıoğlu’na göre Türk Silahlı Kuvvetleri’nin halk çocuklarından oluşması ve anti-emperyalist bir tarihin mirasçısı olması onu burjuvazinin koruyucusu olan diğer ordulardan ayırmıştır. Bu sebeple, devletçi ve ulusal bir devrimin TSK’nın önderliğinde gerçekleşebilmesi mümkündür. Yine bu görüşe paralel olarak Türkiye’deki ara tabakaların yani asker – sivil – aydın zümrenin ya da zinde güçlerin de tarihten gelen bir devrimci geleneği olduğu savunur. Yön’ün yaydığı bu fikirler o dönemde çok popüler olmuş ve Albay Talat Aydemir’in 1962 ve 1963’te giriştiği darbe teşebbüslerinde büyük etkisi olmuştur. Nitekim 1963’teki darbe girişimi sonrasında Yön Dergisi de Sıkı Yönetim Mahkemesi kararıyla bir kaç aylığına kapatılmıştır.[40]
Temellerini Doğan Avcıoğlu’nun attığını söyleyebileceğimiz ancak daha sonra Mihri Belli’nin başını çektiği Milli Demokratik Devrim (MDD) hareketi her ne kadar emperyalizm tahribatı, bağımlılık gibi konularda bağımlılık teorisi ile benzeşse de her ikisi arasında fark vardır. Bağımlılık teorisine göre kapitalizm ve emperyalizm ile ilişkiye giren her coğrafya artık kapitalist sayılmalıdır. MDD’ye göre ise Türkiye her ne kadar kapitalizm ve emperyalizmle ilişkiler kurmuş olsa da aslında kapitalizmin gelişmediği, feodal bir toplumdur.[41] Bu görüş doğrultusunda; Avcıoğlu, “Türkiye’nin Düzeni” isimli kitabında Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönem tarihini bir iktisadi bağımlılık ve emperyalizmle ilişkiler tarihi olarak ele alıp Türkiye’de kapitalizmin gelişmemesinin ve feodal bir toplum olarak kalmasının sebeplerini aramıştır. Bu arayışında Asya Tipi Üretim Tarzı’nı Osmanlı İmparatorluğu bazında değerlendirerek eleştirilerde bulunmuştur.
Asya Tipi Üretim Tarzı (ATÜT) teorisine göre Asya’da tarımsal faaliyetlerden başka köyün tüm diğer ihtiyaçları yine tamamen köy içerisinde karşılanmaktadır. Şehir de köy topluluklarına dayanan ekonominin bir parçası değildir, sadece köye dayanan ekonominin tepesine kondurulmuş bir hükümdar karargahından ibarettir. Karl Marx, Asya tarihini “şehir ile köyün farklılaşmamış bir çeşit birliği” olarak tanımlar. Köy topluluklarının tepesinde üretim fazlasının bir kısmını alan bir üst topluluk (örneğin devlet) bulunmaktadır. Ortak mülkiyete dayanan alt topluluk, üretim fazalasının bir kısmını alan üst topluluk tarafından sömürülür. Asya toplumlarındaki bu ekonomik düzen onların daha ileri bir üretim şekline geçmelerini engellemiştir.[42]
Marx ve Engels Batı’nın kapitalist yayılmasını ve sömürgeciliği olumlu bir gelişme olarak görmüştür. Bu sayede Batı-dışı dünyanın kapitalizm öncesinden kalma sosyo-ekonomik ve kültürel yapılarının tasfiye olacağı ve oralarda kapitalist ilişkilerin gelişeceğini sonuç olarak sosyalizme geçişin maddi koşullarının oluşacağını düşünmüşlerdir. Aynı şekilde, sömürgelerde bir ulus devlet oluşturmaya olanak verecek bir ekonomik temelin bulunmadığı gerekçesiyle ulusal bağımsızlık hareketlerine de ihtiyatla yaklaşmışlardır. Engels, 1850’li yıllarda ABD’nin Meksika’yı istilasını ve Kaliforniya’nın ihakını desteklemiş, Bedevilerin Fransa’ya karşı verdiği mücadeleyi umutsuz olarak nitelemiştir. Marx da Çin’deki Taiping Ayaklanması ve Hindistan’daki Sepoy İsyanı karşısında benzer bir tavır takınmıştır.[43] Marx, İngiltere’nin Hindistan’da iki misyonu olduğunu söyler: Biri yıkmak öbürü ise yeniden yaratmak. Ona göre İngilizler Hindistan’da eski Asya toplumunu yok ederek modern Batı toplumunun maddi temellerini atmaktadır. Avcıoğlu ise Marx’ın ATÜT temelli bu görüşlerine karşı çıkarak sömürgeciliğin eski düzenleri yıktığını ama kendisinden umulan yaratıcı misyonu hiç bir yerde göstermediğini söyler. Avcıoğlu’na göre Marx’ın bu düşüncesi onun, ATÜT’e dayanan toplumların kendi iç evrimleriyle daha ileri toplumsal yapılara geçebilmeleri konusundaki umutsuzluğunu gösterir.[44]
Avcıoğlu ATÜT teorisini Osmanlı nezdinde değerlendirirken; Osmanlı’daki üretim tarzının Batı’dakinden pek farkı olmadığını çünkü toprağın Türk çiftçisinin tasarruf hakkında olduğunu ve bu hakkın çocuklara da aktarılabilir yani özel mülkiyete çok yaklaşmış bir yapıda olduğunu söylemiştir. Osmanlı’nın mülkiyet anlayışı Roma Hukuku’nun mülkiyet anlayışına benzetmiştir. ATÜT’te sadece köy topluluğu vardır, birey ancak bu topluluğun mensubu olarak mevcuttur. Oysaki Türk köyünde kamucu özelliklerin yanında bireyci özelliklerin de geliştiğini, Avrupa’daki serf ile Osmanlı’daki reaya arasında çok bir fark olmadığını, ikisinin de toprağa bağlı olduğunu ve ikisinin de ürettiği ürünün bir kısmının toprak sahibi tarafından alındığını yani ikisi için de sömürüye dayanan sınıflı bir düzen söz konusu olduğunu belirtmiştir. Ona göre; Avrupa’da senyör Türkiye’de devlet veya temsilcilerinin olması üretim tarzının karakterini değiştirmez.[45] Ayrıca bir çok Selçuklu – Osmanlı köyü kapalı üretim hala hakim olmakla birlikte ticari hayata entegre olmuşlardı. Gerek tarım gerek sanayide bölgesel ihtisaslaşma yaşanmış ekonomik planda çok uzak mesafeleri kapsayan bir karşılıklı bağımlılık yaratılmıştı. Dolayısıyla Osmanlı’daki durum Batı’dakinden farklı değildir. ATÜT teorisi Osmanlı için geçerli değildir. Buna rağmen Osmanlı’nın bağımlı bir ülke haline gelmesi onun kapitalistleşememesine ve Batı’dakinden farklı bir düzenin ortaya çıkmasına sebep olmuştur.
3.3. İdris Küçükömer
İdris Küçükömer’e göre Türkiye’nin bağımsızlık savaşından sonra tekrar bağımlı hale gelmesi Amerikan kapitalizmine ve onun getirdiği eğitim, ordu gibi kurumların ülkeye girmesine Batıcı bürokratlar tarafından izin verilmesinin sonucudur. Osmanlı’nın da bağımlı hale gelmesi yine bu Batıcı bürokrasinin suçudur. Ona göre; Tanzimatçılar ve ardından Jön Türkler Batının çok uzun süren bir tarihi gelişim ile vardığı kapitalist düzeni, böyle bir düzeni kurmanın hiç bir olanağı olmayan Osmanlı’da kurmaya çalışmışlardı. Oysa Batı’nın ve Doğu’nun tarihsel gelişimi farklıydı ve Batı düzeninin Osmanlı’da kurulması mümkün değildi. Buna rağmen Batıcılar Batı’nın ekonomik yapısına has kurumları taklit etmeyi sürdürdüler. Bu durum düzenin yabancılaşmasını doğurmuştur, yani Batılılaşma aslında düzenin yabancılaşmasıdır. Bu durum kapitalizmin Osmanlı İmparatorluğu üzerinde hakimiyet kurmasına uygun ortamı yaratmıştır.
Küçükömer’e göre Batılılaşma hareketlerine karşı İslamcı kesimler kendimize özgü İslam kurumlarını yaşatmak için direnmişlerdir. İslamcılık olarak adlandırılan akım dini kılığına rağmen toplumun bazı sınıflarını içinde barındırmaktaydı, bazı üretim güçlerinin sahibi geniş kitlelerin ideolojisi durumundaydı. Batıcı – laik bürokrat grup ise bu üretim güçlerini dışlamıştır ancak kendisi de Osmanlı koşulları altında bir sınıf oluşturamamıştır çünkü ellerindeki artık ürünü tekrar üretime yatırarak bu yoldan bir artık ürün elde edebilme imkanları yoktur. Batıcı-laik akımın bu tutum ve durumu Osmanlı’daki üretim güçlerinin azalmasına hatta tasfiyesine sebep olmuştur. Bu yüzden İslamcı – halkçı diyebileceğimiz akım içerisinde bir sınıf hareketinin doğmasına engel olmuştur. Hem de mevcut bağımlılık düzeninin reddine gidebilecek bir oluşumun gelişmesini engellemiştir. [46] Bu engelleme yüzünden bağımsızlık savaşı kazanılmasına rağmen ülke tekrardan kolayca bağımlı hale dönmüştür.
Netice itibariyle Küçükömer’in tezinin özü; Türkiye’nin kapitalistleşmeden Batılılaşamayacağına ancak Türkiye’nin kapitalistleşmesinin de tarihi olarak olanağı bulunmadığına, bu sebeple Batılılaşma çabasının beyhude hatta ülkenin zararına bir çaba olduğuna dayanmaktadır.
4. MARKSİZMİN BAĞIMLILIK OKULUNA YÖNELTTİĞİ ELEŞTİRİLER
Bağımlılık Okulu, Marksist görüş tarafından emek sürecine ve sınıf çatışmasına yer vermemekle eleştirilir. Bağımlılık Okulu kapitalist kârın dolaşım alanı üstüne bir teoridir ancak Marksizm için belirleyici olan sadece dolaşım alanı değil, ondan önce üretim ilişkileridir. Yani Bağımlılık Okulu kapitalizmi ticari düzeyde tanımlamıştır böyle olunca sınıf mücadeleleri ile ortaya çıkan bir kapitalizm yerine iş bölümü ve niceliksel gelişmelerin sonucu olarak ortaya çıkan sınıf mücadelelerine varılır. Marksizme göre doğru olan ise kapitalizmi üretim düzeyinde tanımlamaktır. Ayrıca; gerek Frank’in bağımlılık teorisinin, gerekse Wallerstein’in dünya sistemleri teorisinin yüzyıllardır süregelen durgun bir yeniden dağıtım sistemi gördükleri yerde klasik Marksistler dünyayı değiştiren bir gelişim süreci görmüşlerdir.[47]
Türkiye’de, Bağımlılık Okulu’na eleştiri yöneltenlerden Fuat Ercan’a göre Bağımlılık Okulu dolaşım alanı üzerinde yoğunlaştığı için azgelişmişliği erken dönemindeki talan ve fazla üretim aktarımı üzerinden açıklamaktadır, onlara göre sanki tarih bu dönemde donmuş haldedir. Oysaki kapitalizmin değişimi devam etmektedir ve geç dönemlerinde dahi tüm uğraşı artık değer yaratma ve bunun artış miktarları ile ilgilidir. Ercan’a göre Bağımlılık Okulu ve Marksizm anti-emperyalist politikada örtüşebilir ama Marksizm için anti-emperyalizm kapitalizme karşı bir etkinlik iken, Bağımlılık Okulu’na göre nihai bir etkinliktir.
Bağımlılık tezleri daha çok tahlil düzeyinde kalmakla eleştirilmiştir. Azgelişmişliğin nedenleri üzerinde durdukları ancak “nasıl olmalı” ve “ne yapmalı” sorularına tatmin cevaplar üretemedikleri, bu yüzden pratik yaşama müdahale yeteneklerinin sınırlı kaldığı ileri sürülür. Aynı şekilde sürekli olarak kalkınmadan bahsetmelerine rağmen kalkınmanın tam bir tanımını yapamadıkları savunulur.[48] Bağımlılık Okulu’nun bir ülkedeki tüm sorunların sebebini o ülkenin iç dinamiklerini ve yapısını gözardı ederek tamamen dış müdahale ve emperyalist sömürüde araması eleştirilmiş, abartılmış bir tutum olarak görülmüştür.
5. SONUÇ
Günümüzde Bağımlılık Okulu eski popülerliğini yitirmiştir. Bunun öncelikli sebebi dünyadaki politik havanın değişmesidir; Sovyetlerin çöküşüyle Dünya tek kutuplu bir hal almış, 1960’lardan itibaren gelişen sol hareketler bastırılarak dünya genelinde muhafazakar – sağ bir rüzgar estirilmeye başlanmıştır. 1960’lı yılların siyasal atmosferinde gelişmeye başlayan Bağımlılık Okulu’nun tezlerini destekleyecek siyasal bir atmosfer artık kalmamıştır. İkinci sebep, günümüzde Marksist veya Neo-Marksist teorilerin büyük ölçüde eleştiriye uğramalarıdır. Bu teorilerin tarihçilik anlayışının tarihte öznenin rolü veya kültür gibi etkenler hakkında hiç bir şey söylememiş olması sorun yaratmıştır. Üçüncü sebep ise son yıllarda popüler hale gelen post-modern teorilerin büyük anlatılara getirdiği eleştirilerdir. Post-modernizm ile entellektüel iklim belirsizlik ve neden-sonuç ilişkilerinden kaçınmaya yönelmiştir. Böyle olunca da Marksizmin veya Bağımlılık Okulu’nun büyük anlatılar içeren teorileri gündemden giderek düşmektedirler.[49]
Bağımlılık teorisi, Marksizmden kendisine yöneltilen tüm eleştirilere rağmen, 20. yy’da yaşanan gelişmeler karşısında klasik Marksizmin içine düştüğü darboğazdan Neo-Marksist görüşlerle çıkılabileceğini göstermiştir. Nitekim Paul Baran ve Paul Sweezy gibi bağımlılık teorisinin fikri temellerini atan düşünürler aynı zamanda Neo-Marksizmin ilk öncüleridir. Bağımlılık Okulu azgelişmişliği ve emperyalizmi ilk defa bu kavramların mağduru olan azgelişmiş ve sömürülen ülkelerin tarafından bakarak ele almış ve gelişme yazını karşısında bir azgelişme yazını ortaya çıkarmıştır. Bu yeni yazın şekli sayesinde ülkeler arasındaki eşitsiz ticari ilişkilere, eşitsiz gelişim durumuna ve emperyalizme dikkat çekmiştir. Üçüncü dünya ülkelerindeki sorunların kaynağının yalnızca geleneksel olduğu ve tek çözümün Batılılaşma olduğu tezine karşı çıkışa öncülük etmiştir. Batı’nın Batı-dışı dünya üzerindeki ayrıcalıklı olduğu iddiasını reddetmiş, Frank’ın deyimiyle “emperyalizmi saklamaya hizmet eden imparatorun örtüsünü kaldırmıştır.”
[1] Erdem Bulduruç, “Ulusal Sorun, Bir Polemik ve Düşündürdükleri”, http://www.teorivepolitika.net/index.php/arsiv/item/246-ulusal-sorun-bir-polemik-ve-dusundurdukleri (Erişim Tarihi: 05.01.2015)
[2] Mir Seyyit Sultan Galiyev, Bütün Eserleri, Çev: Sabri Gürses, İleri Yayınları, İstanbul, 2006, s.659
[3] Age, s.657
[4] Age, s.765-767
[5] Mete Tunçay, Türkiye’de Sol Akımlar-I (1908-1925), BDS Yayınları, İstanbul, 2000, s.268
[6] M. Asım Karaömerlioğlu, “Bağımlılık Kuramı, Dünya Sistemi Teorisi ve Osmanlı/Türkiye Çalışmaları”, Toplum ve Bilim, No:91, Kış 2001-2002, s.86
[7] Age, s.83
[8] Anthony Brewer, Marksist Emperyalizm Teorileri – Eleştirel Bir Analiz, Çev: Cansu Aksoy, Kalkedon, İstanbul, 2011, s.178
[9] Fikret Başkaya, Kalkınma İktisadının Yükselişi ve Düşüşü, Türkiye ve Ortadoğu Forumu Vakfı – Özgür Üniversite, Ankara, 2009, s.94
[10] Brewer, age, s.213
[11] Karaömerlioğlu, age, s.84
[12] Başkaya, age, s.78
[13] Fuat Ercan, Modernizm Kapitalizm ve Azgelişmişlik, Bağlam Yayıncılık, İstanbul, 2009, s.129
[14] Brewer, age, s.175
[15] Age, s.179
[16] Ercan, age, s.131-132
[17] Age, s.125
[18] Age, s.133
[19] Karaömerlioğlu, age, s.91
[20] Age, s.89
[21] Age, s.90
[22] Immanuel Wallerstein, Dünya-Sistemleri Analizi, Çev: Ender Abadoğlu ve Nuri Ersoy, bgst Yayınları, İstanbul, 2011, s.17
[23] Age, s.19-22
[24] Age, s.22-23
[25] Age, s.24-25
[26] Age, s.27
[27] Age, s.28-29
[28] Age, s.29
[29] Brewer, age, s.197
[30] Age, s.200-201
[31] Samir Amin, Emperyalizm ve Eşitsiz Gelişme, Çev: Semih Lim, Kaynak Yayınları, İstanbul, 1997, s.94; Brewer, Age, s.201-202
[32] Amin, age, s.60-61
[33] Brewer, age, s.201
[34] Şevket Süreyya Aydemir, İnkılâp ve Kadro, Remzi Kitabevi, İstanbul, 2003, s.17-18
[35] Gökhan Atılgan, Yön-Devrim Hareketi – Kemalizm ile Marksizm Arasında Geleneksel Aydınlar, Yordam Kitap, İstanbul, 2008, s.52
[36] Age, s.53
[37] Age, s.254
[38] Ozan Örmeci, “Doğan Avcıoğlu ve Yön Hareketi”, http://ydemokrat.blogspot.com.tr/2010/10/dogan-avcoglu-ve-yon-hareketi.html (Erişim Tarihi: 05.01.2015)
[39] Ozan Örmeci, age
[40] Örmeci, age
[41] Karaömerlioğlu, age, s.87
[42] Doğan Avcıoğlu, Türkiye’nin Düzeni Dün-Bugün-Yarın, Cilt:1, Tekin Yayınevi, İstanbul, 2001, sf.15
[43] Başkaya, age, s.74
[44] Avcıoğlu, age, sf.16
[45] Age, sf.17
[46] İdris Küçükömer, Batılılaşma ve Düzenin Yabancılaşması, Profil Yayıncılık, İstanbul, 2013, s.22-23
[47] Brewer, age, s.182
[48] Başkaya, age, s.94-95
[49] Karaömerlioğlu, Age, s.97
Bu yazı yorumlara kapalı.