Osmanlı şehirleri külliyelerin etrafında gelişirdi. Cami, hamam, medrese, kütüphane, hastane, idari binalar vs. planlı olarak bir meydanın etrafında inşa edilerek bir merkez oluşturulur, ancak o merkezin etrafında oluşmaya başlayan yerleşim bölgelerine ise karışılmazdı. Yerleşimler arttıkça caddeler, sokaklar, binalar kendiliğinden şekillenirdi. Eski İstanbul’un çıkmaz sokaklarıyla meşhur olmasının nedeni de buydu. Osmanlı şehirlerinin sosyal yaşam alanlarını bu meydanlar ve çevresinde kurulan külliyeler oluştururdu. Romalılar ise sokakları da planlayarak inşa ederlerdi. Meydanlardan çıkan büyük caddeler de kamu binalarıyla, heykellerle vs. donatılarak meydanların devamı olarak sosyal yaşam alanlarına dahil edilirdi. Kamu binaları, şehirleriyle meşhur her iki imparatorlukta da sosyal yaşam alanlarının devamı ve tamamlayıcıları olarak yer alırlardı. Meydanlara bitişik olarak inşa edilir ve bahçeleri duvarlarla çevrilmez böylece meydanlardan yani sosyal yaşam alanlarından koparılmazlardı. Aslında bu durum sadece bu iki imparatorlukta değil 19.yy’a kadar tüm şehirlerin ortak özelliği olarak kendini göstermiştir. Devlet binalarının çevresi, avluları, bahçeleri, girişleri halkın toplandığı, vakit geçirdiği, gösteriler düzenlediği, buluşulan, sohbetler edilen yerler olmuştur. Binaların mimarileri de buna uygun olarak şekillenmiştir. Bina girişlerinde gösterişli, süslü ve geniş avluların yer alması ve binaların etrafının duvarlarla çevrilmemesi meydanlardaki sosyal yaşamın buralara taşınmasına imkan tanımaktaydı.
19.yy’dan itibaren, sanayi devrimi neticesinde şehirli insanın günlük yaşam şeklinin değişmesi, seküler yaşam tarzının yaygınlaşması, bireyin ve özel hayatın kutsanması gibi olgular sebebiyle kamusal yaşam ile kişisel yaşam arasındaki denge değişime uğramış, modern çağın insanı git gide kamusal alandan çekilerek kişisel alana hapsolunmuştur. Önce idari binalar duvarlarla çevrilerek sosyal yaşam alanı olmaktan çıkarılıp sadece ihtiyaç halinde gidip bürokrasinin tüm soğukluğunu ve yalnızlığı hissederek işini görebileceğin yapılara dönüştürülmüştür. Ardından bu duvarlar tüm kamu yapılarının etrafını sarmaya başlamıştır. Öyle ki; ülkemiz kültüründe eskiden sosyal yaşam alanının bir parçası olan, şehirlerin içerisinde yer alıp yeşil alan olarak da kullanılan, içinde piknikler, yürüyüşler yapılan mezarlıklar bile duvarlarla çevrilerek ve bu nedenle Batı’da olduğu gibi korkunç ve soğuk imgelere bürünerek sosyal yaşam alanı olmaktan çıkarılmıştır. 19.yy’da sosyal yaşam meydan ve sokaklardan yavaşça çekilerek daha çok kafeler, tiyatrolar ve etrafı çitlerle çevrilmiş parklarda sürdürülmüştür. Ayrıca günümüzün başlıca “sosyal yaşam” alanını oluşturan alışveriş merkezlerinin de çıkış noktası olan büyük satış mağazaları da bu dönemde doğmuştur. İlk olarak 1852 yılında Paris’te açılan Bon Marché adındaki büyük satış mağazası, birçok farklı markayı ve ürünü bir araya toplayıp fiyatları açıkça belirtilmiş olarak sergiliyor ve illa bir şey satın almak zorunluluğu olmadan insanların gelip mağazayı dolaşmalarına izin veriyordu. Böylelikle sosyal yaşam “sosyal” kelimesinin anlamından uzaklaşarak bu yeni merkezlere taşınıyor aynı zamanda da insanlara, o güne kadar hiç ihtiyacı olduğunu düşünmediği, seri üretimine geçilmiş veya sömürgelerden getirilmiş eşyaları satın alabilme şansı tanınıyordu.
20.yy’da ise insanlar kafe, tiyatro ve parklardan da çekilerek oturma odalarına, televizyon veya bilgisayarlarının başına geçmiştir. Alışveriş merkezleri ise, “sosyal” kelimesinin karşılıklı iletişimde bulunma anlamını tamamen silip sadece bir arada bulunarak kalabalık oluşturma anlamına indirgeyerek başlıca “sosyal yaşam” alanı haline gelmiştir. Bu yeni sosyal yaşam alanı gözlem, suskunluk ve edilgenliğe dayalı olarak tüketim, oburluk ve yalıtılmışlık üzerine kurulmuştur. Bu sayede insanın “sosyal yaşam alanlarında” da tüketmeye devam etmesi sağlanmıştır. Kamusal ve sosyal yaşam alanlarının yeniden tasarlanmasından en büyük nasibi ise sokaklar almıştır. Artık sokaklar, caddeler, meydanlar tamamen sosyal yaşamın dışına itilmiştir. Sadece bir noktadan bir noktaya -ki bu noktalar ev, işyeri ve tüketim merkezleridir- ulaşabilmemizi sağlayan renksiz ve ruhsuz yollardan ibaret kalmışlardır. Hala sokakları insanlara ulaşabilmek için kullanmaya çalışan eylemciler veya sokak müzisyenleri gibi kesimler ise halkın büyük bir kesimi tarafından marjinal olarak görülmeye başlanmıştır. İdare de bu sosyal yaşam direnişine karşı mücadelede geri kalmamaktadır: kamusal alanda bir miting, eylem veya gösteri yapma isteğinin karşısına çıkarılan bürokratik engeller ve prosedürler, sokak müzisyenlerinin yaka paça toplanmaları, yemek masalarının sokaklara taşması zaten etik bir bozulmanın eseriyken şimdi onların da toplanmaları, kamusal alandaki her anımızın kameralar tarafından izlenmesi vs. Lakin buna karşı koca bir alışveriş tırının ülkenin en büyük meydanında hiçbir kira veya bedel ödemeksizin sürekli olarak kalması ve reklam sloganlarını, müziklerini yüksek bir sesle çalarak tüm meydanı içine girmekten kaçınamayacağınız bir reklam stüdyosuna çevirmesi hiçbir engelle karşılaşmamaktadır.
Sokaklar ve meydanlar sosyal yaşamdan ve insandan koparılmak için soyut duvarlarla kaplanmıştır. Bu duvarın en önemli malzemesini ise reklamlar oluşturmaktadır. Bu sayede ev-işyeri-tüketim merkezi üçgenine hapsolmuş insan bu noktalar arasındaki zorunlu yolculuğu boyunca sadece reklamlara maruz kalarak psikolojik olarak her an tüketime hazır halde bulundurulmaktadır. Maalesef ki bu durum günümüzde kamusal alanların en önemli işlevi haline gelmiştir. Kamusal alan içinde nereye giderseniz gidin, başınızı nereye çevirirseniz çevirin reklamlardan kaçış mümkün değildir, her yerde karşınızdadırlar; yaya yolunun üzerine dikilmiş panolarda, meydanlardaki dev ekranlarda, ilk okullarda öğretilen “sürücünün dikkati dağıtılmaz” kuralına inat karayolları üzerine asılan afişlerde, bina cephelerinde, parklardaki oturakların üstünde, mağazalarda son ses çalan reklam müziklerinin kapladığı sokaklarda, toplu taşıma araçlarının dış yüzeylerinde, metro istasyonlarında, otobüs duraklarında hatta otobüslerin içindeki tutacaklarda vs. Öyle ki şehirlerin mimarileri bile artık bu duruma uygun olarak değişime uğramıştır. Modern mimari, çevrede ilgi çekici bir şey bulunmadığını ve kamusal alanın yararsız olduğunu göstermeye çalışırcasına basitlik derecesinde bir sadeliğe ve estetik yoksunluğuna bürünmüştür. Böyle bir ortamda da reklamlar kaçınılmaz olarak insanların bilinçaltına işleyen kamusal alandaki tek ilgi çekici unsur olarak kalmaktadır. İnsanların istemleri dışında bu kadar yoğun ve kaçınamayacakları bir şekilde bu reklamlara maruz bırakılması şüphesiz ki etiğe ve doğal hukuka aykırıdır ve insanları bu saldırılardan koruyacak yasal düzenlemelere ihtiyaç vardır.Kamusal alanın ve insanların yaşadığı, daha doğrusu yaşamak zorunda bırakıldığı, bu değişim şehirlerin tarihsel gelişimleri sonucunda kazandığı anlamı ve kültürü silip atmıştır. Tarih boyunca farklı kültürleri, farklı yaşam şekillerini buluşturan ve bunların arasında kendi özgün kültürünü ve yaşam şeklini oluşturan şehirler artık insanların içine hapsolunduğu ve acımasızca tüketime koşulduğu, tüketim gücü tükendiğinde ise şehirde yaşamını sürdürmesine imkan tanınmayarak toplumun dışına itilerek bir kenarda yok olmaya terk edildiği, küreselleşme kültürünün dayatılarak küresel sisteme uygun insanların yetiştirildiği gettolara dönüşmüştür. Ancak bununla da yetinilmeyerek gettolara dönüşen şehirlerin içinde de daha ufak gettolar kurulmaya başlanılmıştır. Bu gettolara girebilmek ise sosyal statü ve toplum tarafından kabul görme kıstasıdır. Toplu konut veya site olarak adlandırılan bu gettolar sayesinde insanlar dışarı çıkmadan yaşamlarını sürdürebilmekte böylece kendi “sosyal yaşam” alanlarını oluşturarak sosyal statülerini ve yaşam tarzlarını tüketim toplumu tarafından tasvip edilmeyen etkilerden korumayı amaçlamaktadırlar.
Kamusal alanlarda sosyal yaşam sürdürme imkanı kalmayan ve kişisel alana hapsolan modern çağ insanı doğasından gelen sosyalleşme ihtiyacını ise facebook, twitter vs. tarzı sosyal paylaşım siteleriyle gidermeye çalışmaktadır ki bu çok daha acıklı bir durum ortaya çıkarmaktadır. Sanal ortamda gerçek yaşamdaki etik sınırlamaların ve açıklık-mahremiyet dengesinin değişime uğraması insanlarda sanal bir çift kişilik oluşmasına neden olmaktadır. Kişi kendisini gerçek hayattaki etik değerler ve mahremiyetten sıyırarak pekala ilişkisinin seyrini veya yaşadığı özel hatıraları dahi tanımadığı kişilerin tüketimine sunmaktan çekinmeyen bir hal almaktadır. Pervasızca toplu tüketime sunulan her duygu, her hatıra, her değer ise gerçek anlamlarından uzaklaşarak, onları yaşamış veya hissetmiş olmayı reklamını yapmanın gerisinde bir yerlere yerleştirmektedir. Bu durumda insanı insan kılan duygular gerçek anlamlarını yitirerek klavyede basılan birkaç tuştan ibaret kalmaktadır.
Bu yazı yorumlara kapalı.