Tarihin peşinde, özellikle de son dönem Osmanlı tarihinin peşinde koşan biri için Makedonya büyük bir heyecan kaynağıdır. Nasıl olmasın ki; 19. yüzyılın paylaşılamayan yorganı Makedonya idi; bir yanda bu toprakları elinde tutabilmek için direnen Osmanlı İmparatorluğu diğer yanda ise buraları Osmanlı’dan koparabilmek için bin bir türlü oyun çeviren düvel-i muazzama. Makedonya dağlarında cirit atan Sırp, Bulgar, Makedon çeteler ve onların peşinde vatanı kurtarabilmek için o dağ senin bu dağ benim çatışmadan çatışmaya koşan genç Osmanlı subayları. Sosyalizm, cumhuriyetçilik, federalizm, ulusçuluk gibi Osmanlı ülkesinde ilk kez bu topraklarda doğup filizlenmeye başlamış nice yeni fikirler, ideolojiler. Osmanlı’da hürriyet ateşinin ilk olarak yandığı topraklar. 1908 yılında II. Abdülhamit’in mutlakıyetine karşı meşrutiyet talebiyle önce Resneli Niyazi burada dağa çıktı, ardınan Eyüp Sabri, ardından Enver Bey… ve 1908’in 24 Temmuz’unda meşrutiyet ilk olarak burada ilan edildi. Uğradığım her şehirde meşrutiyet kutlamaları gözümde canlanıyor, gördüğüm her kayalıkta genç subaylarla komitacıların girdiği çatışmaları hayal ediyorum. Makedonya buram buram Osmanlı tarihi kokuyor. Sadece Osmanlı’nın son dönem tarihi de değil üstelik. Osmanlı ilk dönemlerinden itibaren bir Balkan devleti idi, imparatorluğun ana vatanı olarak Balkanlar görülürdü. Anadolu ise birkaç şehri hariç imparatorluğun ucuz insan deposundan ibaretti. Balkanları ve özellikle Makedonya’yı gezince bu durum çok daha açık bir şekilde görülebiliyor. İstisna teşkil eden birkaç şehir dışında genel itibariyle Anadolu şehirlerinde Osmanlı’ya ait en fazla birkaç yapı bulunabilirken, bu coğrafya Osmanlı eserleri ile dolup taşıyor; büyük camiler, gösterişli çarşılar, bedestenler, hamamlar, çeşmeler, hanlar… Üstelik yaşanan onca yıkıma rağmen; 93 Harbi, Balkan Savaşları, I. Dünya Savaşı, II. Dünya Savaşı, faşist işgal, komünist rejim, Yugoslavya’daki iç savaşlar ve bunların her birinden sonra yaşanan Osmanlı izlerini silme, kültürel dönüşüm ve asimilasyon gibi çabalara rağmen. Evet, Balkanlar, özellikle de Makedonya Osmanlı’dan hala çok iz taşıyor. Yugoslavya’dan kalma izler ise Osmanlı izlerinden çok daha çabuk silinmiş. Gezdiğim diğer Yugoslavya ülkelerinin (Hırvatistan hariç) aksine Makedonya’da Yugoslavya’dan izlere rastlamak çok kolay değil. Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti’nin dağılmasından sonra bu topraklara giren emperyalizmin burada sosyalizmin tekrar canlanmasına fırsat vermemek için Yugoslavya’ya, sosyalizme ve onları temsil eden her türlü sembole karşı amansız bir savaş açmış olması bunda çok etkili şüphesiz. Emperyalizmin ve kapitalizmin gayri fiili işgali altındaki bu ülke yeni ideolojisine sıkıca sarılmış bir halde ve kapitalist ideolojiye en çok yakışacak şekilde ırkçı ve dinci muhafazakarlar iktidara taşınmış.
Makedonya, Yugoslavya’dan 1991 yılında bağımsızlığını ilan etti. Makedonya’nın bağımsızlığı diğer Yugoslav devletlerinde yaşananların aksine kan dökülmeden gerçekleşti. Makedonlar, Yugoslavya’dan silah kullanmaksızın ayrılmış tek devlet olmakla övünüyorlar. Makedonya’nın yüzölçümü 25.000 km² civarında yani Konya şehrinden daha küçük, nüfusu ise 2 milyonun üzerinde. Ülkenin %35’e yakını Müslüman olmasına rağmen hükümetin politikaları tamamen Makedon etnik milliyetçiliğine ve Ortodoks mezhepçiliğine dayanıyor. İktidarda bulunan VMRO (İç Makedon Devrimci Örgütü) zamanında Osmanlı’ya karşı isyanın ve bağımsızlığın liderliğini yapmış olan örgüt ancak o dönem sosyalist olan örgüt bugün tamamen faşizan bir milliyetçi-dinciliği benimsemiş halde. Koyu Makedoncu ve Ortodoksçu olan VMRO, Makedonya’nın Ulusal Birliği Demokratik Partisi ile birleşerek iktidara gelmiş ancak her faşist diktatör gibi bununla yetinememiş ve günden güne otoriterleşerek yargıyı ve basını da kontrolü altına almış. Muhalefet partisi ise otoriter uygulamaları ve seçim hilelerini protesto amacıyla yaklaşık 1 yıldır meclis faaliyetlerine katılmamakta. Böylece devletin tüm gücünü eline geçiren VMRO iktidara geldiği günden itibaren Müslümanlar üzerindeki baskıyı sürekli olarak arttırmakta. Artan baskılar ise toplumsal tepkilere sebep olmakta. 2001 yılındaki iç savaştan sonra en son 2015 yılında Kumanova bölgesindeki Müslüman Arnavutlar silahlı bir şekilde ayaklanmış ve ülke yeni bir iç savaşın eşiğinden dönmüş. Her ne kadar şuanda silahlı bir çatışma olmasa da hükümetin izlediği politikalar iç savaş ihtimalini sürekli olarak canlı tutmakta. Kısa süreli bu gezimizde bile iktidarın faşizan politikalarını gözlemleyebilmemiz ve yaşanan gerginliği hissedebilmemiz mümkün oldu.
Üsküp’e yaklaştığımızda bizi ilk karşılayan 2002 yılında Vodno Dağı’nın tepesine dikilmiş olan 66 metre yüksekliğindeki Milenyum Haçı oluyor. Şehrin her yerinden hatta kilometrelerce dışından bile rahatça görülebilen bu devasa haç adeta şehrin üstüne çökmüş durumda, ne zaman başınızı yukarıya kaldırsanız onunla karşılaşıyorsunuz. Şehrin yüzde 30’dan fazlası Müslüman olmasına rağmen Makedon hükümetinin şehir için kabul ettiği tek kimliğin Hristiyanlık hatta Ortodoksluk olduğu böylece ilan ediliyor. Şehre girerken karşılaştığımız ikinci manzara ise gecekondular ve poşetlerden yapılma derme çatma çadırlar oluyor. Gecekondu mahallelerinde yol kenarları bu gibi çadırlarla dolu. En çok çadırın olduğu yer ise çok anlamlı bir tablo oluşturacak şekilde ABD’nin ultra lüks ve ultra korunaklı kale gibi elçiliğinin önü! Sokaklar evsiz insanlarla dolu, küçücük çocuklar trafikte duran arabalara yaklaşarak dileniyor. Üstelik bu insanlar mülteci değil, buranın yerlileri, muhtemelen Üsküp’ün yerli Çingeneleri.
Çadır ve gecekondu mahallelerinin arasında geçerek geldiğimiz apartımıza yerleştikten sonra şehri gezmeye çıkıyoruz. Üsküp ortasından geçen Vardar Nehri tarafından ikiye bölünmüş bir şehir. Üstelik bu bölünmüşlük sadece coğrafi değil etnik ve kültürel bir bölünmüşlük. Kabaca nehrin bir tarafında Müslümanlar diğer tarafında ise Hıristiyanlar yaşıyor diyebiliriz. İlk önce Müslüman mahallelerini gezmeye başlıyoruz. Şehrin bu bölgesinde Türkler ve Arnavutlar birlikte yaşıyor. Arnavutlar çoğunlukta olsa da Türkçe çok hakim bir durumda. Yerel halkın çoğu, Türk Çarşısı denilen tarihi çarşıdaki esnafın ise tamamı Türkçe biliyor. Türk restoranları ve kahveleri bu bölgede oldukça fazla. Zaten turistlerin de neredeyse hepsi Türk. Çarşı içerisinde dolanırken Türk bayraklarına rastlıyoruz, AKP bayrakları ve Erdoğan posterleri de görüyoruz. Üsküplü olan Yahya Kemal’in ismine de şehrin bu tarafında rastlamak mümkün, annesi ise Gazi İsa Bey Camii’nin haziresinde yatıyor. Bir caminin önündeki ufak meydanda toplanan 5-10 kişi heyecanla TRT’den Türkiye’deki bir futbol maçını izliyor. Kosova’da olduğu gibi Makedonya’da da Müslümanlar arasında Türkiye’ye olan ilgi ve umut çok yüksek.
Yolda yürürken yaşlı bir teyze işaret ederek beni yanına çağırıyor. Elindeki telefonun yanan fenerini gösteriyor, kapatmamı istediğini anlıyorum. Kapatmaya çalışırken kendi kendime “hayda nerede bu” deyince “sen Türk müsün?” diyor. Makedonya’nın yerli Türklerindenmiş. Tam buralı bir Türk’e rastladım, biraz sohbet ederim diye sevinirken otobüsü geliyor. Işığını kapatıp telefonunu veriyorum, dua ediyor ve çantasından bir kese kağıdı fıstık çıkarıp “al arkadaşınla yersin” diyerek bana veriyor, otobüsüne gidiyor.
Türk Çarşısı’na girdiğimizde, otantik bir Osmanlı şehrinin çarşısı ile karşılaşıyoruz. Bu bölgede Osmanlı’dan kalma pek çok tarihi eser ve hala kullanılmaya devam edilen eski yapılar bulmak mümkün. Bunlardan biri olan Çifte Hamam günümüzde sanat galerisi olarak kullanılıyor. İçerideki görevli ile muhabbet ediyoruz; Arnavutmuş ama oldukça iyi Türkçe konuşuyor. Bina en son 60-70 sene önce hamam olarak kullanılmış sonra depremde yıkılmış, tekrar inşa edildiğinde ise sanat galerisi olarak kullanılmaya başlanmış. İçerideki modern sanat çalışmalarını biraz da alaya alarak anlatıyor: “Ben de anlamadım sanatçının ruh hali miymiş, psikolojisi miymiş neymiş”.
Turistik olan çarşıda bile fakirlik hissedilebiliyor. Dükkanlar eski ve bakımsız, ürünler az. Berber, pastane, eczane gibi pek çok dükkan etnografya müzelerinde sergilenebilecek görünümde. Çarşıdan biraz daha iç taraflara doğru ilerledikçe fakirlik katlanarak artıyor ve bu sefer o otantik görünüm de kalmıyor. Turistik çarşının sonunda pazar demeye bin şahit bir mahalle pazarı ile karşılaşıyoruz, geceleri Eminönü’nde kurulan işporta tezgahlarını andırıyor, yoksulluğunu ise anlatabilmek mümkün değil. Turistlerin gitmeyeceği kadar dış mahallelere gittiğimizde ise karşılaştığımız manzara korkunç bir hal alıyor. Buralar şehre girerken gördüğümüz gecekondu mahalleleri değil, normal yerleşim alanları ama sıvası olan tek bir ev bile yok, evler döküntü halinde, yollar bakımsız, belediyecilik hak götüre.
Varoşun ve fakirliğin içinde kalmış olan Tarihi Saat Kulesi ve Sultan Murat Camii’ne gidebilmek için sıvasız tek veya iki katlı gecekonduların arasında tedirgin bir halde ilerliyoruz. Caminin yakınında bir yerde yaşlı bir amca ile karşılaşınca “Selamünaleyküm” diyorum, yüzü parlıyor “Aleykumselam ve Rahmetullahi ve Berekatuhu” diye uzunca bir karşılık vererek elimi sıkıyor. 60’lı yaşlarda sandığım amcanın ismi İsa’imiş. Sultan Murat Camii’ne gittiğimizi söylüyoruz bizimle geliyor. Anlatıyor da bir yandan: “Biz 600 senedir buradayız, babam Kosovalı Arnavut, annem Türk. Çok Müslüman var burada. Bir sürü camimiz var, çok şükür hepsinin de cemaati var” diyor tek tek camileri saymaya başlıyor. Caminin avlusunda bulunan Saat Kulesi’nin dibine oturuyoruz, bu sefer kendisi ile ilgili konuşuyoruz. O 60-70 yaşında gösteren, beli bükük, sırtı kambur İsa amcanın aslında 52 yaşında olduğunu öğreniyoruz. 16 yaşında bir oğlu, daha da küçük bir kızı varmış. Evde tek çalışan oymuş, sebze-meyve halinde hamallık yapıyormuş. Sırtındaki kamburun sebebi belli oluyor. Açlık çok diyor burada; “Evdekilere ben bakıyorum. O kadar çalışıyorum eve ancak günde iki dilim ekmek götürebiliyorum.” diyor. Çaresizce ellerini iki yana açıyor “yine de buna şükür” diyor. Üzüntüden ne diyeceğimi bilemiyorum, anca “Allah yardımcınız olsun amcacım” diyebiliyorum.
Yolculuğumuz boyunca Üsküp’te şahit olduğumuz ölçüde fakirliğe başka hiç bir yerde rastlamadık. Üsküp’ün tamamının bu halde olduğu fikrine kapılmak üzereydik ki, şehrin Hıristiyan tarafına geçince karşılaştığımız manzara ağzımızı açık bıraktı. Anladık ki Vardar Nehri coğrafi, etnik ve kültürel olduğu kadar sosyo-ekonomik olarak da şehri bölüyormuş. Nehrin bir tarafından diğer tarafına geçince adeta dünya değiştiriyorsunuz. Tarifi zor bir şatafat, lüks ve görkem bizi karşılıyor. Devasa saraylar, görkemli anıtlar, lüks caddeler, güzel heykeller… ve bunların hiç biri tarihi eser değil, hepsi “Üsküp 2014” adı verilen bir proje kapsamında 2000’li yılların başından bu yana inşa edilmiş. Proje kapsamında şehrin bu kesimi tamamen baştan yaratılıyor. Tabi ki Müslüman mahallelerinde taş üstüne tek bir taş bile konulmuyor, proje sadece Hıristiyan mahallelerini kapsamakta. Proje kapsamda kamu binası olarak kullanılmak üzere onlarca devasa saray inşa edilmiş, gerçek anlamda adım başı heykeller dikilmiş, her yer devasa anıtlarla doldurulmuş, sokaklara hoparlörlerden klasik müzik yayını yapılıyor, sokak lambalarının bile her biri bir heykel niteliğinde. Hatta sıradan apartmanlar bile ya yıkılıp tekrar inşa edilerek ya da cepheleri yenilenerek şatafatlı bir tarihi yapı görünümüne kavuşturulmuş. İnşa edilen ve yenilenen tüm binalarda antik Yunan mimarisi taklit edilmeye böylece antik bir atmosfer yakalanmaya çalışılmış. Meydanlardan çıkan bütün sokaklarda heykeller, saray benzeri binalar, devasa anıtlar, zafer takları devam ediyor. Projenin maliyeti ise hükümet tarafından gizleniyor ancak 200 ila 500 milyon euro arasında olduğu tahmin ediliyor. İşsizliğin %30’lar civarında olduğu Makedonya’da halkın parası ile resmen bir hilkat garibesi yaratılıyor.
Üsküp’ü en iyi anlatan görüntüyü Büyük İskender Meydanı’nda yakalayabilirsiniz. Bir yanda devam eden inşaatlarla yeni “antik” saraylar üretilmeye devam ediliyor diğer yanda ise daha birkaç yıl önce inşa edilmiş “antik” saraylar ve bu sarayların tepelerinde tüm şehre hakim olan Coca-Cola, Huawei, Marriot gibi markaların devasa ışıklı reklam panoları yer alıyor. Yaratmaya çalıştıkları “antik” şehrin büyük kapitalist markaların gölgesinde kalması kimseye garip gelmiyor anlaşılan. Çakma bir antik kent yaratanlar o küresel markaların devasa reklam panolarını da kentlerine uygun görmüşler. Aslında tam olmuş, böylece kompozisyon tamamlanmış.
Sanılmasın ki tüm Hıristiyanlar bu görkem ve şatafattan faydalanabiliyor veya bu halden memnun yaşıyor. Pek çok Hıristiyan da Müslümanlar gibi yokluk içerisinde yaşamını sürdürüyor, kapitalizm dinine ırkına bakmaksızın eline geçirdiğinin iliğini emiyor. Hükümetin koyu Makedoncu/Ortodoksçu politikalarının üzerine “Üsküp 2014” projesi eklenince bu sefer Hıristiyanlar arasında da sesini yükseltenler çıkmaya başlamış. Son olarak ana muhalefet partisi liderinin, hükümetin yargıyı baskı altına aldığını, seçimlerde hile yaptığını ve büyük yolsuzluklar gerçekleştirdiğini ortaya koyan ses kayıtları yayınlamasıyla rahatsızlık isyana dönüşmüş.
“Renkli Devrim” hareketi 2016 Şubat ayından beri her gün, her gece sokaklara ve meydanlara çıkmaya başlamış, yaşanan çatışmalarda onlarca kişi yaralanmış. Biz oradayken isyan yeni yeni dinmişti ancak israfı ve yolsuzlukları protesto amacıyla göstericilerin görkemli sarayların ve heykellerin üzerine attığı renkli boyalar hala durmaktaydı. Şehirdeki tüm o görkemli binalar, heykeller, anıtlar rengarenk boyalarla kaplanmış haldeydi. Tüm bunlar ne kadar tanıdık geliyor değil mi? Ancak benzerlik bu kadarla kalmıyor, dahası var: Yükselen tüm bu tepkiler karşısında VMRO yönetimi ve lideri Nikola Gruevski ne yapmış olabilir? Tabi ki her diktatörün yaptığını yani milliyetçi hamasetin dozunu arttırarak “iç ve dış düşmanlar” argümanına sarılmak. Yaşanan tüm olayların Makedonya’nın düşmanları ve Makedonya’nın güçlenmesini çekemeyenler tarafından gerçekleştirildiğini, protestoların arkasında büyük güçlerin olduğunu ilan etmiş, bu sayede de kendisine körü körüne bağlı cahil ve muhafazakar bir taban yaratabilmeyi başarmış. Tüm bu anlattıklarım basından veya orada muhabbet ettiğim Müslüman ve Makedonlardan edindiğim bilgiler, benzerlik karşısında insan şaşıp kalıyor. Ülkeye döndüğümde burada gördüklerimi anlatacağım muhafazakar ve malum partili arkadaşların vereceği tepkileri hayal ediyorum; Müslüman mahallelerinin fakirliğini, Müslümanlar üzerindeki baskıları, hükümetin ırkçı ve dinci politikalarını anlattığımda edecekleri küfürleri, gözlerinden okunacak kini, atacakları adalet eşitlik dürüstlük hak hukuk nutuklarını… Sonrasında ise küfür ettikleri o hükümet ile kendi destekledikleri hükümetin politikalarının benzerlikleri karşısında takınacakları umursamaz, ikiyüzlü tavrı, kendimi bu acınası hale gülerken yakalıyorum.
Şehrin şatafat ve israfa boğulmuş bölümünü gezerken saatler boyunca içimden küfrediyorum, kızıyorum, söyleniyorum. İsa amcayı aklımdan çıkaramıyorum. Bir tarafta hamallık yaparak evine ancak günde iki dilim ekmek götürebilen İsa Amca diğer tarafta ise ihtişamlı devasa saraylar, meydanlar. İçimden tüm o sarayları ve heykelleri yıkmak geliyor. “Ah ulan kapitalizm” deyip bildiğim en ağır küfürleri sıralıyorum. Sinirim bu hilkat garibesi şehirden ayrılana kadar hiç dinmiyor. Vardar Nehri’nin kenarına geliyorum, korkuluklara dayanarak bir yandan nehri izliyor bir yandan da gördüklerimi düşünüyorum. Evet kapitalizm, şovenizm, faşizm, dincilik bunlar çok iyi bildiğimiz şeyler fakat bugüne kadar gittiğim hiçbir yerde bu derece göze batacak, bu derece insanı rahatsız edecek aleniyette değildi. Neyse ki tüm o sarayların, heykellerin, anıtların üzerinde protesto için atılan boyaları gördükçe bir nebze rahatlıyorum. Karşı koyanlar var en azından diyorum ve aklım ister istemez yine Türkiye ile olan benzerliğe kayıyor; muhtemelen bu satırları okuyunca benim gibi kızıp söylenecek ama Türkiye’deki “çılgın projeleri” canla başla savunacak tipler geliyor aklıma. Acaba diyorum buranın hükümeti de “bunlaaar Makedonya’nın büyümesini istemeyenler, bunlaaaar zamanında Taş Köprü’ye de karşı çıkmışlardı, bunlaaaar…” gibi cümleler kuruyor mudur?
Makedonya’nın “Çılgın Projesi” kapsamında inşa edilen sarayların her biri Yunan mimarisinin zevksiz birer taklidinden ibaret. Hepsi daha birkaç yıl önce inşa edilmiş “Antik” saraylar ile Yunan kültürü sahiplenilmeye çalışılıyor. Bu sebeple bir kısım Makedon entelektüel projenin Makedonların Slav köklerini reddederek Yunan kültürüne dayandırılmaya çalışılan sahte bir Makedon tarihi yarattığı için projeyi eleştiriyormuş. Ülke geneliyle orantılı bir şekilde nüfusunun yüzde otuzdan fazlası Müslüman olan bu şehirdeki tüm heykel ve sarayların ana teması Hıristiyanlık ve Antik Yunan’a dayandırılan bir Makedon etnik tarihi. Heykellerin tamamı Ortodoks din adamlarına ve komutanlara, liderlere ait. Osmanlı’dan kalma tarihi Taş Köprü’nün girişine bile 2 tane bir yanına 2 tane de öbür yanına olmak üzere Ortodoks din adamlarının devasa heykelleri dikilmiş. Proje sadece Ortodoks Makedonları temsil ettiği, şehirdeki diğer etnik ve dini kesimleri görmezden geldiği için karşı çıkanlar da varmış. Müslümanlar ise en azından Makedonya’da yetişmiş önemli Müslüman aydınların da heykellerinin dikilmesini istiyor.
Aslında bu heykel ve saraylardan tek rahatsız olan Makedonya’daki Müslümanlar ve Makedon solcular değil. Yunan veya Bulgar; kral, komutan, aydın veya din adamlarının Makedonmuş gibi sahiplenilerek heykellerinin dikilmesi Yunanistan’la birlikte Bulgaristan’ın da tepkisine sebep olmuş. Yunanistan’la aralarındaki tarihi Makedonya’nın mirasçılığı kavgası bu proje sonrasında daha da kızışmış. Özellikle şehrin ana meydanına 23 metre uzunluğunda bronzdan devasa bir Büyük İskender heykeli dikilmesinin ardından bu sefer “Büyük İskender kimin atası?” tartışması başlamış. Yunanistan Makedonya isminin kendi tarihlerinin bir parçası olduğunu, bugünkü Makedonya isimli devletin ise tarihi Makedonya bölgesinde kurulmuş olmaktan başka Makedonya tarihi veya kültürü ile bir ilgisi olmadığını iddia etmekte. Aynı zamanda Makedonya ismiyle kurulan bu devletin Yunanistan içerisinde kalan Makedonya bölgesinde de hak iddia edebileceğinden korkmakta. Nitekim bu gibi hak iddiaları Makedon aşırı milliyetçileri tarafından dile de getirilmekte. Bazı tarih müzelerinde ise Makedonya haritası Yunanistan’ın bir bölgesini de içine alacak şekilde kullanılmakta, tarih anlatımı Makedonya bölgesinin tamamını kapsayacak şekilde yapılmakta. Gerçekten de tüm bunları gördükten sonra Makedonya devletinin tek talebinin bölgeden kaynaklanan bir isim olmadığı Yunan tarihi ve kültürü üzerinde de hak iddiasında bulunduğu anlaşılıyor. Makedonya’yı gezip, müzelerini görüp, insanlarıyla konuşana kadar her komşusu ile sorun yaşayan Yunanistan’ın yine şımarıklık yaptığını ve Makedonya’nın haklı olabileceğini düşünüyordum. Oysa Makedonya’da özellikle de Üsküp’te karşılaştığım şey sahte bir tarih anlatısı, sahte bir şehir ve aslını inkar oldu. Slav kökenli olmalarına, Bulgarlar veya Sırplarla hemen hemen aynı Slav dilini konuşmalarına rağmen Yunan olduklarını sanan ve öyle davranan garip bir toplum.
Üsküp’ün taklitçiliği Antik Yunan’la sınırlı kalmıyor. Örneğin Londra’nın meşhur çift katlı kırmızı otobüsleri burada da kullanılıyor. Şehrin caddelerinin birinde Wall Street’teki meşhur boğa heykelinin kötü bir taklidi ile karşılaşılıyor. Paris’teki Zafer Takı’nın bir benzeri de şehre inşa edilmiş. Bu gibi taklar veya kapılar eski dönemlerde kazanılan zaferlerden sonra dikilirdi ancak Makedonya’nın her şeyin içini boşaltan ve sahteleştiren başkentinde tarihi olmasa da hatta ortada bir zafer bulunmasa da zafer takı dikilebiliyor! Taklitçilik o derece ki artık şehir kendi içinde kendini taklit etmeye başlamış; şehrin Müslüman tarafında kalan tarihi Saat Kulesi’nin bir benzerini “Bey Kulesi” adıyla Hıristiyan tarafına da inşa ediyorlar. Ola ki iki turist merak edip de Müslüman tarafına gidecekse artık onlara da gitme sebebi bırakılmıyor!
Şehrin merkezini oluşturan noktada nehrin iki tarafına karşılıklı olarak açılan iki meydandan birine Büyük İskender’in diğerine ise babası II. Philip’in devasa heykelleri dikilmiş. Heykeller ve saraylarla çevrili bu meydanları ise Osmanlı’dan kalma mütevazı ve güzel Taş Köprü birbirine bağlamakta. Taş Köprü, her ne kadar Fatih Sultan Mehmet döneminde yapılmış olsa da köprünün ortasındaki kitabe bölümüne konulan yeni levhada yanlış bir şekilde II. Murat döneminde yapıldığı yazmakta. Aynı noktadaki bir başka levhada ise Karposh’un bu noktada idam edildiği yazmakta. Karposh, Makedon milliyetçiliğinin önemli isimlerinden biri. 17. yüzyılda Osmanlı’ya karşı büyük bir isyan başlatan Karposh aslında Makedonluk bilinci olmaksızın sadece Hıristiyanlık kimliği ile hareket etmişse de zaman içerisinde ve biraz da bilinçli bir şekilde Makedon kimliği kazanmış/kazandırılmış. İsyanın sonunda yakalanan Karposh Üsküp’e getirilerek Taş Köprü’nün üstünde idam edilmiş. İdam edildiği yerde bugün bir plaka bulunmakta, kendisinin heykelini de hemen köprünün başında görmek mümkün.
Şehirdeki heykellerin birçoğu zamanında Osmanlı’ya karşı isyan etmiş “haiduk” ve komitacılara ait. Hemen hemen her sokakta bir komitacının heykeli ile karşılaşılıyor. Herhalde Müslüman olmaması ve Osmanlı’ya karşı isyan etmiş olması sebebiyle Arnavutların milli kahramanı İskender Bey’in bile heykeli dikilmiş. Makedonya Meydanı’ndaki büyük heykellerden biri de Yane Sandanski’ye ait. Sandanski; bugün hem Bulgaristan’ın hem de Makedonya’nın milli kahramanıdır. Bir dönem ise Osmanlı’nın da kahramanı olmuştur. Ama kahramanlık döneminin öncesinde o Osmanlı için bir teröristti. İç Makedon Devrimci Örgütü (VMRO)’nün kurucularından olan Sandanski’nin amacı Makedonya’yı “Osmanlı’nın elinden kurtarmak”tı. Bölgede yaşayan ayrılıkçı Makedon, Bulgar, Yunan ve Sırplar gibi Rus Çarlığı’nın da desteği arkasındaydı. Kısa sürede güçlenip gerilla savaşına başladı. Makedonya’da birçok kurtarılmış bölge kurdu. Gerilla savaşından bihaber genç Osmanlı subayları bölgeye koşmuş ama tecrübesizlikle ilk başlarda neye uğradığını şaşırmışlardı. Osmanlı yönetimi ise acizdi, aldığı tüm önlemler Batılı büyük devletler tarafından “insan hakları ihlali” gerekçesiyle engelleniyor, ne yapacağını bilemeden adeta eli kolu bağlı bekliyordu. Yakalanan çeteciler hapse atılıyor ama araya Batılı büyük devletler girince dirayetsiz ve güçsüz Osmanlı yönetimince hepsi tek tek salıveriliyordu, üstelik davullu zurnalı kutlamalar eşliğinde. Çoğu meşrutiyetçi genç subay yıllarca o dağ senin bu dağ benim diyerek Sandanski ve benzeri komitacılara karşı bin bir fedakarlıkla mücadeleyi sürdürdü. Sonunda isyan bastırıldı ama Batılı devletler gerekli mazereti çoktan bulmuştu: Bölgedeki gayrimüslimleri korumak ve “insan hakları ihlalleri”ni engellemek için Balkanlar’ın belli bölgelerinde Batılı devletlerin askerlerinin jandarmalık yapmasına karar verdiler.
Batılı devletlerin Balkanlar’a müdahalesi İç Makedon Devrimci Örgütü’nü ikiye böldü. Yane Sandanski’nin liderliğindeki sosyalistler Avrupa’nın müdahalesine karşı çıktılar. Makedonya ve Balkanlar’ın emperyalist güçler tarafından paylaşılmak istendiğini söyleyerek en iyi çözümün Osmanlı Bayrağı altında eşit hak ve yükümlülükler ile anayasal bir sistemde yaşamak olduğunu savundular. Sandanski’ye göre çözüm; Osmanlı’nın liderliğinde tüm halkların kardeşlik temelinde bir arada yaşayacağı “Osmanlı Federasyonu” idi. Örgütteki sağcılar ise gerekirse dış destek de alınarak her koşulda Osmanlı’dan ayrılmayı savunuyorlardı. Bu ayrışma örgütün kendi içinde silahlı çatışmasını doğurdu. Gerçekleşen olaylar ve Sandanski’nin emperyalist müdahale karşısında Osmanlılık çatısına sığınması Sandanski ile İttihatçıları birbirlerine yakınlaştırdı. Bu yakınlaşma birçok Makedon’un Sandanski’yi “hain” olarak görmesine sebep oldu ama o vazgeçmedi. Meşrutiyet Devrimi’nde, zamanında bir birlerine karşı savaştıkları İttihatçı subaylarla birlikte dağa çıktı. Devrim’in ardından ise Niyazi ve Enver Beyler ile birlikte halk tarafından hürriyet kahramanı ilan edilecek, üçünün de kartpostalları elden ele dolaşacaktı. Bulgar Krallığı’na bağlanmak isteyen Makedonlara karşı Osmanlı’ya bağlılığı savunacak, 31 Mart İsyanı’nda meşrutiyeti korumak için 1200 adamıyla birlikte Harekat Ordusu’na katılacaktı. Ve tüm bu çabaları yüzünden Rus Çarı’nın hizmetindeki Bulgar Kralı Ferdinand’ın emriyle örgütün sağ kanadı tarafından pusuya düşürülerek öldürülecekti.
Şehirdeki turistlerin neredeyse tamamını oluşturan Türkler aynı zamanda kendi tarihlerinin de bir parçası olan kişilerin heykellerine bilinçsizce bakıp geçiyorlar, kim olduklarına dair en ufak bir fikirleri bile yok gibi görünüyor. Sadece şatafattan etkilenmiş bir şekilde heykellerin ve sarayların önünde fotoğraf çektirmekle yetiniyorlar. Aynı şekilde meydanı dolduran binlerce Türk turistten hiç biri yüzyıllarca bize ait olan bu toprakların tarihini veya o tarihi Makedonların nasıl gördüğünü merak edip de meydandaki tarih müzesine girme gereği görmüyor.
II. Philip meydanındaki Makedon Mücadelesi Müzesi’ne doğru gidiyorum. Müzenin hemen karşısına yeni ayakkabılarına mutlulukla sarılan iki çocuğun heykeli dikilmiş. Bu meydandan iki cadde içeri gidildiğinde karşılaşılan yoksulluk umurunda olmayanlar turistik meydanlara bu gibi sempatik heykeller dikerek insanların duygularına hitap etmeyi de eksik etmiyor. Taş köprü çevresinde dilenen insanların pek ilgi çekici olmayacağını düşündüklerinden olsa gerek ilgi çekici bir dilenci heykeli bile dikmişler. Tam müzeye girecekken aynı binadaki nikah salonundan bir sürü insan çalgılar eşliğinde oynaya oynaya dışarı çıkıyor. Onlar çıkarken konvoy halinde başka arabalar da geliyor. Arabadakiler de inip hep birlikte oynamaya başlıyor. Büyük bir Makedon Bayrağı açılıyor. Müzenin önünde oynayıp fotoğraf çekiliyorlar. Tam bir Emir Kusturica filmi sahnesi izliyorum. Bir süre daha izleyip müzeye giriyorum.
Makedon Mücadelesi ismini taşıyan müze ancak rehber eşliğinde gezilebiliyor ve tek ziyaretçi benim. Rehberle baş başa tura başlıyoruz. Kendisi 30’lu yaşlarda, sarışın, tipik bir Makedon. Maalesef içeride fotoğraf çekmek yasak olduğundan hiçbir fotoğraf çekemiyorum. Girdiğimiz ilk odada bizi orman dekorları arasında Makedonyalı “haiduk”ların tarihi kıyafetleri içindeki balmumu heykelleri karşılıyor. Üç heykel var biri kadın. 19. yüzyıl başlarında Osmanlı egemenliğine ilk başkaldıran kişilermiş bunlar. Tek tek onları tanıtıyor “Zabıtah”lar ile nasıl savaştıklarından bahsediyor. “Onların tek istedikleri masum insanları koruyabilmekti” diyor. Bakıyorum ki gidişat fena, Türk olduğumu ve tarihçi olduğumu söylüyorum, tınmıyor bile, bildiğini anlatmaya devam ediyor. Daha 19. yüzyılın başlarındaki ulusal bilinçten mahrum ve yerel Hıristiyanlara dahi zulmeden adi suçlular, eşkiyalar birer ulusal kahramana dönüşüyor bu anlatımda. Bir sonraki odaya geçiyoruz, devasa bir tablonun bir ucunda Sultan Abdülaziz diğer ucunda Sultan Abdülmecit ellerinde Tanzimat ve Islahat Fermanları ile resmedilmiş. Abdülaziz’e II. Abdülhamit diyor, düzeltiyorum. “Tanzimat ile bize bir sürü reform vaat edildi ama hiç biri gerçekleştirilmedi” diyor. Akabinde mükemmel dekorlara ve atmosfere sahip odalarda Makedonya dağlarından, Osmanlı zindanlarına gezmeye devam ediyoruz. Her oda bir isyana veya bir “devrimci” örgüte ayrılmış, içlerinde komitacıların iyi kalitede balmumu heykelleri var. İsyanların, savaşların, zindanların, idamların canlandırmaları… Her birinin hikayesini, Osmanlı ile nasıl savaştıklarını, Osmanlı’nın halka nasıl zulmettiğini, köyleri yakıp yıktığını vs. anlatıyor. Komitacıların ise her zaman tek derdi masum insanları korumak oluyor! İngilizceme çok güvenemediğimden ve bu konularda Makedonların tarih anlatımını da merak ettiğimden bir tartışmaya girmeye çekiniyorum ama yüzümdeki alaycı gülümsemeyi de gizleyemiyorum. İngiltere’nin Osmanlı büyükelçisinin ve Amerikalı bir gazetecinin heykellerini görüyoruz. Batılıların Makedonya’nın bağımsızlık fikirlerini nasıl desteklediklerini, Batı kamuoyunda ve basınında nasıl yer aldığını anlatıyor. “Biliyorsun değil mi” diyorum “Aslında onlar ne sizi, ne Bulgarları, ne de Yunanlıları sevmiyordu, tek istedikleri bu coğrafyayı parçalayıp kontrol edebilmekti”. Bir süreliğine duruyor; “Aslında evet, bugün de olduğu gibi” diyerek cevaplıyor. Devam ediyorum: “Balkanların bu dönemi bizim için çok üzücü bir tarihtir. Ve biz aslında ülkemizi parçalamak isteyen, halkları birbirine düşman eden emperyalistlere karşı mücadele ettik” diyorum, cevap vermiyor. Bir başka odaya geçiyoruz “aslında o dönem en büyük sorunumuz Osmanlı egemenliği değildi” diyor. Osmanlı’nın millet sisteminden ve o yüzden Rum Ortodoks Kilisesi’ne bağlı olmalarından, Rum Ortodoks Kilisesi’nin baskılarından, Makedonlar üzerindeki asimilasyon çalışmalarından bahsediyor. Ardından Berlin Konferansı yine karşıma çıkıyor, konferans ve anlaşma ile Balkanların yeni bir evreye geçmesinden bahsediyor.
Müzedeki tüm odalarda devasa büyüklüklerde epik tablolar bulunuyor, son derece kaliteli ve etkileyici tablolar. Her komitacı için, isyanların tüm anları için birer tablo yapılmış. İnsan tabloların büyüklüğü ve hamasiliği karşısında eziliyor. Her birini tek tek anlatıyor ama konu hep aynı; zalim Osmanlı, masumların koruyucusu komitacılar! Osmanlı askerleri ile girilen bir çatışmayı betimleyen bir tablonun karşısında duruyoruz. Tablodaki ağaçtan yapılma topu görüyorum, bu meşhur ahşap topun mermer bir kopyasını da müzenin girişinde görmüştüm. Bu “ahşap top” olayı gerçek miydi diye soruyorum. “Evet” diyor, “Osmanlının topları vardı onlara karşı halka umut verebilmek için komitacılar da ağaçtan top yapardı, psikolojik bir silah. Bazı askeri uzmanlar ateşlendiğini ve 300 metre menzili olduğunu söylüyor ama bence pek mümkün değil” diyor. “Türkiye’de konu ile ilgilenen tarihçilerin bildiği bir hikaye var, doğru mu bilmiyorum” diyorum ve komitacıların yaptığı ahşap topu ateşlediklerinde topun olduğu yerde patladığını ve yüzlerce isyancının öldüğünü anlatıyorum. “Evet, evet bu bizim hikayemiz ama çok insan ölmedi belki bazıları yaralanmıştır” diyor. Ahşap top Makedonlar için milli bir sembol olmuş. Her tarih müzesinde bir kopyasını görmek mümkün. Hatta şehirdeki bazı sokak lambalarının üzerinde bile kabartmaları var. Sokak lambalarında yer alan bir başka kabartma ise komitacıların örgüte girerken üzerine el basarak yemin ettikleri “İncil, hançer ve tabanca” sembolü. Makedon komitacılar da tıpkı İttihatçılar gibi yemin ederek örgütlerine katılıyordu. İttihatçılar Kur’an, bayrak ve tabanca üzerine yemin ederken onlar İncil, hançer ve tabanca üzerine yemin ediyordu. Ritüel, sembol ve taşıdığı anlam aynı.
Başka bir odaya geçiyoruz, karşımdaki balmumu heykelleri hemen tanıyorum, Resneli Niyazi ve Hüseyin Hilmi Paşa. Anlıyorum ki İttihat Terakki ve Resneli Niyazi’ye saldırmaya başlayacak hemen araya giriyorum “Resneli Niyazi Bey değil mi o, bizim en büyük kahramanlarımızdan biridir” diyorum. Susuyor, artık ne anlatacaksa vazgeçiyor, merak ettiğimden soruyorum ne biliyorsunuz İttihat Terakki hakkında diye, yine de cevap vermiyor, geçiştiriyor. Sadece “1908 Devrimi öncesinde bize çok söz vermişlerdi hatta çoğu komitacı onlara inanıp silah bırakmıştı ama hiç bir sözlerini tutmadılar.” diyor. Arkamda kaldığı için fark etmediğim Mustafa Kemal heykelini gösteriyor, pek başarılı değil. Modern Türkiye’nin kurucusu olarak takdim ediyor hakkında başka bir şey demiyor. Yanında Eleni’nin heykeli var. Aşk iddialarını anlatıyor “bazı mektuplar var” diyorum “ama Mustafa Kemal hiç cevap vermedi” diyor. Bulgar mıydı diye soruyorum, Ulah diyor. Geçtiğimiz başka bir oda da tanıdık bir sima daha görüyorum: Yane Sandanski. Ne anlatacağını merak ederek dinliyorum. Sadece o meşhur, Amerikan vatandaşını kaçırma ve fidye alma olayını anlatıp bırakıyor. “Eksik anlattın, dahası da var” deyip ekliyorum: “Biliyorsun Sandanski bir sosyalistti. İlk başta Osmanlı’ya karşı ayaklansa da sonradan Makedonya’da olanların aslında Batılı devletlerin oyunu olduğunu, eğer Osmanlı parçalanırsa bu coğrafyanın sömürgeye dönüşeceğini görüyor ve İttihatçılarla birlik olup Osmanlı tarafına geçiyor. Osmanlı’nın parçalanmasına karşı çıkıp Osmanlı Federasyonu fikrini savunuyor. Hatta bu fikirleri yüzünden Rusya gibi büyük devletler rahatsız oluyor ve onların isteği üzerine Bulgarlar tarafından öldürülüyor.” diyorum. O ise sadece “Evet Jön Türklere inanmıştı ama kandırıldı” demekle yetiniyor. Devam ediyorum; “Bulgarlar tarafından öldürüldü ama şimdi Bulgarlar onu kendi kahramanları olarak sahipleniyorlar.” diyorum. “Aslında müzede şuana kadar gördüğün herkesi Bulgarlar sahipleniyor” diyor. Müze turunda Balkan Savaşları’na geldiğimizde ise artık oklarını Bulgaristan ve Yunanistan üstüne çeviriyor. Büyük Makedonya’nın Bulgar ve Yunanlar arasında nasıl parçalandığından bahsediyor “Biz Osmanlı karşısında onlara her zaman yardım ettik ama onlar bizim topraklarımızı işgal ettiler” diyor. Katliamları resmeden tablolar ve kanlı beşik dekorları arasında Yunanlıların “Ege Makedonyası”nda yaptığı etnik temizliği Rum Ortodoks Kilisesi’nin asimilasyon çalışmalarını, Bulgarların zulümlerini anlatıyor. Makedon aydınların federalistler ve otonomistler olarak ikiye bölünmesinden ve aralarındaki suikastlerden bahsediyor. Birinci Dünya Savaşı, İkinci Dünya Savaşı, Nazi işgali, direniş hareketleri ve Yugoslavya’nın kuruluşu ile devam ediyoruz. Makedonyalıların hiç bir zaman komünist olmadığını sadece faşizmden korunmak için Yugoslavya’ya katıldığını ve her zaman ayrılmak istediklerini söylüyor. Diğer ülkelerde olanın aksine Yugoslavya ve Tito hakkında iyi hiç bir şey söylenmiyor. Sadece baskı zulüm, polis teşkilatı ve işkenceler anlatılıyor. “Biz diğer ülkelerin aksine tek bir kurşun bile atmadan ayrılabildik” diyor. Yugoslavya’nın dağılması ile tur bitiyor. 19 ve 20. yüzyıl liderlerinin balmumu heykellerinin bulunduğu büyük salonda bitiriyoruz. Burada II. Abdülhamit’in de heykeli var. Ayrılırken; “çok güzel bir müze, verdiğin bilgiler için de teşekkür ederim ama Osmanlı ile ilgili kısımlarda sana katılmıyorum” diyorum gülerek “tabi ki olabilir bu normal” diyor “üzerine tartışmak isterdim ama İngilizcem yeterli değil” diyorum. “Belki başka zaman” diyor, vedalaşıyoruz. Arkeoloji Müzesi’nin kapanış saatine yetişemediğimden giremiyorum ama Makedon Mücadelesi Müzesi’nde şahit olduğum Osmanlı düşmanlığı üstünden hamasi Makedon milliyetçiliği ve Ortodoksçuluğa dayalı bir modern tarih kurma çabası üzerine tahmin edebiliyorum; Arkeoloji Müzesi’nde de görkemli sunumlar eşliğinde bu sefer Yunan kültürünün üzerinde bir antik tarih kurma çabasına şahit olacaktım muhtemelen.
Şehirdeki son saatlerimi Makedonya Parlamentosu’na gitmek için harcıyorum ardından parlamentonun önündeki parka oturuyorum. Burada, belki de şehre geldiğimden beri beni ilk kez tebessüm ettiren manzarayı izliyorum; satranç oynayan ve başlarına dikilerek onları izleyen yaşlılar.
Mayıs 2018 Tarihli Seyahatimden Notlar:
Makedonya’ya 1,5 yıl sonra gerçekleştirdiğim ikinci seyahatimde büyük değişimler yaşamış bir ülke ile karşılaştım. En büyük değişim şüphesiz ki VMRO hükümetinin yıkılmış olmasıydı. 2016 yılında yapılan seçimlerden aslında VMRO ufak bir farkla yine birinci parti olarak çıkmıştı ancak tek başına hükümeti kuracak gücü yoktu, Arnavut partileriyle koalisyona da yanaşmayınca hükümeti Arnavutları temsil eden Demokratik Bütünleşme Partisi ile ittifak yapan Sosyal Demokrat Parti kurdu. Kıyamet de burada koptu çünkü eski UÇK militanlarının meclise girmesi bir yana kurulan koalisyon sayesinde Arnavutlar iktidar ortağı oluyor hatta Meclis Başkanı bile Arnavut oluyordu. VMRO ve aşırı milliyetçi Makedonlar bu koalisyona karşı isyan ettiler. Sosyal demokrat ve Arnavutları ülkeyi bölmeyi amaçlamakla ve Soros’a hizmet etmekle suçladılar. Aslında VMRO’nun korkusu çok başkaydı. VMRO için iktidarı kaybetmek demek yıllarca yapmış oldukları baskı, ayrımcılık, hukuksuzluk ve yolsuzlukların hesabını vermek demekti. Yeni koalisyon da gerçekleşen hukuksuzluk ve yolsuzluklar için VMRO’luları yargılama niyeti taşıdığını belli ediyordu. VMRO ve aşırı milliyetçiler bunu engelleyebilmek için yeni bir iç savaşı bile göze aldılar. Büyük olaylar yaşandı, şiddete başvuruldu. En büyük olay ise VMRO’luların meclisi basması oldu. VMRO’lu bir milletvekilinin gizlice kapıları açarak meclise soktuğu aşırı milliyetçi bir grup genel kurulu basarak sosyal demokrat ve Arnavut milletvekillerini dövdü, olaylar sırasında ağır yaralananlar oldu. Hala VMRO’nun etkisi altında olan polis ise olayları izlemekle yetindi. Birkaç ay sonra henüz gerginlik devam ederken gerçekleşen yerel seçimlerde sosyal demokratlar büyük bir zafer kazanarak VMRO’yu adeta sandığa gömdü. Artık hesap sorma vakti gelmişti; yeni hükümet elde ettiği güçle polislerden milletvekillerine kadar birçok VMRO’luyu tutuklayarak yargı önüne çıkardı.Makedonya’da yaşanan kriz sadece Makedonya halkını değil dünyayı da böldü; ABD ve AB yeni hükümeti desteklerken Sırbistan ve Rusya VMRO’yu destekledi. Hatta meclis baskınında Sırp ajanların rol aldığı da iddialar arasında. Türkiye ise arada kaldı; bir tarafta dinsel ve tarihsel bağlarımız olan Arnavutlar diğer tarafta ise Türk hükümetinin sıkı dostu ve siyasi destekçisi VMRO. Olaylar, açıkça taraf olunmadan ve net bir tavır sergilenmeden geçiştirildi.
Bir yıl içerisinde Makedonya büyük değişimler geçirmişti ancak huzura erememişti, Makedonya hala saatli bir bomba halinde. Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti’nden ayrıldığı günden beri ülkede huzur ve istikrar ortamı kurmak mümkün olmadı. Bağımsızlığın ardından özellikle etnik sorunlar içinden çıkılamaz bir hal aldı. Yugoslavya döneminde yürürlükte olan anayasaya göre Makedonlar, Arnavutlar ve Türkler ülkenin kurucu etnik unsurları olarak kabul ediliyordu. Bağımsızlıkla birlikte 1991 yılında hazırlanan anayasa da ise sadece Slav kökenli Makedonlar kurucu unsur olarak kabul edilip diğer tüm etnisiteler azınlık olarak tanımlandı, üstelik yerel yönetimlerin yetkileri de ellerinden alındı. Ülkenin %30’u (Arnavutlara göre %40’ı) Arnavut olmasına rağmen Makedonlar sadece etnik Makedon asli unsuruna dayanan bir ülke kurmayı amaçlamakta, Arnavutlar ise tam eşitliğe dayanan bir Makedon-Arnavut Federasyonu kurulmasını istemekte, şimdilik pek dile getirilmese de Büyük Arnavutluk hayalleri de mevcut. Aslında Arnavutlar zaman içerisinde oldukça hak kazandılar; birçok kez hükümet ortağı olarak iktidara geldiler. 2001 yılındaki iç savaşın sonunda imzalanan Ohri Anlaşması’yla da kurucu unsur sıfatı kazandılar ve Arnavutça resmi dil olarak kabul edildi. Tüm bu süreç boyunca en büyük kayba uğrayanlar ise Türkler oldu. Yugoslavya döneminde asli unsur kabul edilen Türkler yeni kurulan cumhuriyette azınlık statüsüne düştüler, nüfusları günden güne azalarak neredeyse yok olma durumuna geldi. Ohri Anlaşması ile Arnavutların elde ettiği haklardan bile hiç bir şekilde yararlanamadılar. Makedonya Türkleri’nin varlıkları, dilleri ve kültürleri bugün büyük bir tehlike altında.
Makedonya’ya ikinci gelişim Yunanistan ile isim tartışmalarının yeniden gündemde olduğu bir döneme denk geldi. Yeni kurulan Makedon hükümeti ile Yunanistan’daki Syriza hükümeti Makedonya Devleti için yeni bir isim bulma ve Makedonya’nın BM, Nato ve AB gibi uluslararası birliklere katılımının önündeki Yunanistan’ın vetosundan doğan engelleri kaldırma niyeti gösterdi ve görüşmelere başladı. Hükümetlerin bu niyet ve faaliyetleri ise hem Makedonya’daki hem de Yunanistan’daki milliyetçileri sokağa döktü. Şehirde dolaşırken Makedonya Parlamentosu’nun önündeki parka çadır kuran eylemcilerle karşılaştım. Parlamento’nun tam karşısına üzerinde “Avrupa, bizim adımız Makedonya” yazan büyük bir afiş asmışlar. Pankartlarda ise “Makedonlara karşı yapılan soykırımı durdurun”, “Yunanistan, Ege Makedonyası’ndaki Makedonlara yaptığı soykırım için asla özür dilemedi” “Yunanlar, Ege Makedonyası’nda 300 bin Makedon’u öldürdü, 1 milyon Makedon’u evlerinden sürdü” gibi yazılar yazılı. Antik Makedonya’ya ait olan ve Yunanistan’ın bugünkü Makedonya Devleti’nin kullanmasına izin vermediği bayrak da göndere çekilmiş. Bu bayrak Makedonya’daki milliyetçilerin sembolü olmuş halde. Bazı evlerin pencerelerine ve dükkanlara asıldığını görmek mümkün. Protestocuların afiş ve posterlerini incelerken asker pantolonu giymiş sert bakışlı bir kadın elleri ceplerinde bana doğru gelerek seslendi: “Sen Makedon musun?” Diğer arkadaşları ise oturdukları yerden bize bakıyordu. Aslında bana İngilizce olarak seslenmesi Makedon olmadığımı anladığını belki de buna tepki gösterdiğini belli ediyordu. Hayır diyince bir süre sustu ve beni süzdü ardından yine sordu: “Nerelisin?”. Türk olduğumu söyleyince küçümser bir bakışla kafasını “hıh” dercesine hafifçe kaldırarak arkasını dönüp arkadaşlarının yanına gitti. Onlardan korkmadığımı belli etmek için bir süre daha oradan uzaklaşmadan afiş ve posterleri incelemeyi sürdürdüm.
Makedon milliyetçiliği oldukça garip, tüm çabalarıma rağmen tam olarak anlayabilmem mümkün olmadı. Bir yandan anayasalarında Slav kökenli Makedonların kurucu unsur olduğunu özellikle belirtiyorlar, dış siyasette Rusya başta olmak üzere Slav dünyasıyla birlikte hareket ediyorlar diğer yandan ise Slav kökenlerini görmezden gelerek Antik Yunan tarihini sahiplenmeye çalışıyorlar. Oldukça otoriter, muhafazakar ve hoşgörüsüz bu insanların Antik Yunan kültürünü sahiplenmeleri, kendi soylarından olmasa bile sadece yaşadıkları toprakların kültürel mirasına sahip çıkacak kadar ileri görüşlü olmalarından kaynaklanmıyor olsa gerek. Türkiye’deki muhafazakar milliyetçilerin Bizans’tan övgü ile bahsettiklerini ve kendilerini Bizans’ın mirasçısı olarak gördüklerini düşünün! Böyle bir şeyi düşünebilmek bile zor değil mi? İşte Makedonya’da tam olarak böyle bir durum söz konusu.
Bir buçuk yıl içinde Makedonya ve Üsküp’ün siyasi havası değişse de şehrin fiziki hali hiç değişmemiş. VMRO hükümetinin yıkılmasıyla birlikte şehirdeki tüm o saray, köprü, heykel, ve benzeri inşa çalışmaları aniden durdurulmuş. Öyle ki ne iskeleler sökülmüş ne demir ve kum yığınları kaldırılmış. Tüm şehir şantiye alanı olarak kalmış. Görkemli binaların üstüne atılan protesto boyaları da aynen durmakta.
Üsküp’te ilk iş olarak bir önceki seyahatimde yetiştirip ziyaret edemediğim Arkeoloji Müzesi’ne gidiyorum. Makedonya’nın antik tarih anlatısını tahmin edebilsem de merak ediyorum. Bir önceki ziyaretimde müzenin sadece rehber eşliğinde gezilebildiğini duysam da öyle bir uygulamayla karşılaşmadım, tek başıma gezebildim. Antik Yunan ve Roma eserleri gösterişli ve güzel salonlarda sergileniyor. Orijinali İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde bulunan İskender Lahti’nin bir imitasyonu da sergilenen eserler arasında. Antik eserler dışında etkileyici tablolar ve güzel balmumu heykeller arasında müze gezimi tamamlıyorum. Ardından 1963 yılındaki büyük depremde hasar görerek koruma altına alınan ve Üsküp Şehir Müzesi’ne çevrilen eski tren garına gidiyorum. Tito’nun adına, kötü anılmadan ilk defa burada rastlıyorum. Müze’nin girişine Tito’nun depremle ilgili bir sözü plaka halinde asılmış, içeride ise depremin ardından Tito’nun Üsküp’ü ziyaretini gösteren fotoğraflar ve gazeteler sergileniyor. Üsküp’e gönderilen uluslararası yardımları temsil eden kolilerin üzerindeki Kızılay ve Türk bayrakları dikkatimi çekiyor.
Şehrin sokaklarında boş boş gezerken ilk ziyaretimde fark etmediğim ayrıntıları fark ediyorum. Mesela II. Dünya Savaşı sırasındaki faşist işgale ve direnişe atfedilen çok fazla sayıda küçük anıt ve heykel bulunmakta, Makedonca bilmediğimden kitabelerini okuyamasam da üzerilerindeki 1940’lı tarihler ve yıldız kabartmaları neye ilişkin oldukları hakkında fikir veriyor. Aynı şekilde sosyalist dönemden kalan mimari eserler de bu sefer daha fazla dikkatimi çekiyor. Sosyalizmin mimarisi brütalizm, brütalizmin şehri ise Üsküp diyebiliriz. 1963 depreminde yıkılan şehrin planlaması ve yeniden imarı için açılan yarışmayı brütalist mimarinin ünlü temsilcisi Kenzo Tange kazanınca yeniden kurulan Üsküp brütalist mimarinin başkenti haline geliyor. Şehirde, sosyalist devletlerle özdeşleşmiş olan bu mimari akıma ait pek çok bina bulunmakta. Sanıyorum ki bunlar arasında en ilginç olanı brütalist/fütüristik tarzdaki Üsküp Merkez Postanesi’dir. Eski binaların üzerilerinde sosyalizm esintili kabartmalar da görmek mümkün. Şehirdeki son saatlerimi Vardar Nehri kıyısındaki şehir parkında bulunan göllerin ve ağaçların yanı başında geçiriyorum.
Bu yazı yorumlara kapalı.