Türkler ile Almanların ilk teması 1147 yılında II. Konrad’ın Haçlı Seferi sırasında 90 bin kişilik ordusuyla Anadolu’ya gelmesi ve İznik’te bozguna uğramasıyla başlar. Bu savaştan sonra Saksonya Dükü Henri, 1171’de Filistin’den Almanya’ya Anadolu üzerinden dönerken Kılıçarslan’ın gönderdiği 400 asker tarafından sınırda törenle karşılanmış ve konuk edilmiştir. Bu olay Türkler ile Almanlar arasındaki dostluk sürecinin de erken tarihli bir başlangıcı olmuştur. Ancak bu dostluk süreci pek devam etmemiş; 1190 yılında Almanlar Friedrich Barbarossa öncülüğünde Anadolu üzerinden Kudüs’e gitmek isteyince Türk ve Alman orduları Konya civarında karşı karşıya gelmiştir. Sonuçta Türkler Almanları yenemeyeceklerini anlayınca geçişlere izin vermiş ve yolculukları boyunca eşlik etmeleri için bazı Selçuklu beylerini birlikte göndermiştir. Bu tarihten sonra iki millet arasındaki ilişkiler uzun bir süre için kesilmiştir.[1]
Türkler ile Almanlar arasındaki ilişkiler uzun bir aradan sonra 16. yüzyılın başlarında Kutsal Roma-Cermen İmparatorluğu’nun kurucusu Habsburg Hanedanı ile Osmanlı İmparatorluğu arasında baş gösteren savaşlar ile tekrar başlamıştır. Savaşlı yıllar Kral Ferdinand ve Kanuni Sultan Süleyman’ın ölümüne kadar devam etmiştir. 18 Ocak 1701 tarihinde Sultan II. Mustafa’nın Prusya Krallığı’nın kuruluşu ve Kral I. Friedrich’in tahta çıkışını kutlamak amacıyla Asım Efendi ile birlikte 15 kişilik bir heyeti Berlin’e göndermesi üzerine iki ülke arasındaki resmi ve dostane ilişkiler başlamıştır.[2] Bu ilişkiler zamanla gelişerek iki ülkeyi birlikte bir yıkıma kadar götürecektir.
1. YENİ BİR GÜÇ DOĞUYOR
Almanya olarak adlandırılan devlet 1871 yılında kendisini oluşturan 39 devletçiğin birleşmesi ile tarih sahnesine çıkmıştır. Bu birleşmeden önce Alman devletçikleri üzerinde Avusturya İmparatorluğu’nun nüfuzu bulunmaktadır. Avusturya İmparatorluğu her ne kadar Cermen ağırlıklı bir imparatorluk olsa da, gerçek anlamda Almanları temsil ettiğini söyleyemeyiz.[3]
19. yüzyılın ikinci yarısına kadar Alman coğrafyasına endüstri ülkesi demek mümkün değildir, çoğunluğu kasabalı olan bir halka sahip bir yığın krallık, prenslik ve serbest şehirlerden ibarettir. Mali ve idari özerkliklere sahip olarak birleşen devletçikler, merkezi idarenin gün geçtikçe güçlenmesi neticesinde bu özerkliklerini zamanla kaybetmiş, aynı zamanda Almanya bir endüstri imparatorluğu olarak yükselmiştir. Endüstrisi güçlendikçe Alman milliyetçiliği de eş oranlı olarak ülke içerisinde yayılmıştır.[4]
Güçlenen Alman endüstrisi ve milliyetçiliği kendi hayat alanını diğer güçlü Avrupa devletleri gibi denizaşırı ülkelerde aramak niyetindedir. Bismarck döneminde, akılcı diplomasinin egemen olduğu uzlaşmacı ve dengeci bir politika ile Almanya’nın denizaşırı bölgelerdeki her olay ve etkinlikte söz sahibi bir güç olarak yer alması amaçlanmış, bunda da kısmen başarılı olunmuştur.[5] İmparator II. Wilhelm ile anlaşamayan Bismarck’ın başbakanlıktan çekilmesi üzerine Almanya daha milliyetçi, kaba ve saldırgan bir politika izlemeye başlamıştır. Bismarck döneminin “concert” (uyum) politikası yerini Kayzer II. Wilhelm’in saldırgan ve yayılmacı görüşlerinden beslenen “Weltpolitik” (Dünya politikası) ve “Drang nach osten” (Doğu’ya yönelim) politikalarına bırakmıştır. Bu doğrultuda 1890’lardan itibaren askeri gücünü kullanarak sömürgeler ele geçirme teşebbüslerinde bulunmuş ancak hepsi başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Özellikle 1905 ve 1911 Fas buhranı da Fransa lehine sonuçlanınca Almanya askeri gücü ile denizaşırı ülkelerde sömürge elde edemeyeceğini anlamıştır. O zaman gözlerini henüz endüstrileşmemiş ve zengin kaynaklara sahip geleneksel imparatorluklara çevirmiştir. Bunlar; Rusya, Çin, İran ve tabi ki Osmanlı İmparatorluğuydu. Kontrolcü bir siyasi/iktisadi nüfuz tesisi politikası dünya tarihinde ilk defa Almanya ile sahneye çıkmak üzereydi.[6]
1912 yılında Rohrbach tarafından yayınlanan “Dünya’da Alman Düşüncesi” isimli kitapta bu politika şöyle açıklanmıştır: “Toprak işgal etmek, herkese tahakküm etmek bizim hatırımızdan bile geçmemesi gereken şeylerdir. Bizim işimiz gücümüz Almanya’nın düşüncelerini yaymak olmalıdır. Fikri ve ruhi hâsılatımızı, kitaplarımızı, gazetelerimizi, okullarımızı, sermayelerimizi, ürünlerimizi dünyaya yaymak… Yani karada ve denizde dünyanın düşüncesini ve milli terbiyemizi o kadar üstün bir şekilde lehimizde açıklamalıyız ki, kimse bize saldırmaya cesaret edemesin. Bu psikolojiyi kazandıktan sonra onun himayesi altında barışla hedefe yürümek mümkün olsun, bizim için girilmesi mümkün olan topraklara sadece bu yolla ve Alman zihniyeti sermayesiyle doldurmak mümkün olur.”[7]
Bu politika sayesinde dünya üzerinde nüfuz bölgeleri kazanmaya çalışan Almanya için Rusya verimli bir alan olmamıştır. Gerekli iktisadi altyapıyı çok daha önceden kurmaya başlayan ve 1860’lardan sonra sanayileşme sürecine giren Rusya iyi bir pazar olmaktan çabuk çıktı. 1887’ye gelindiğinde Rusya’nın Almanya’dan yaptığı ithalat %46’dan %29’a düşmüştür. Endüstrileşen Rusya Almanya’nın iktisadi etkisinden kurtulacak ve İngiltere ile Fransa’nın yanında kendi çıkarları doğrultusunda yer alacaktır.[8] Almanya’nın Uzakdoğu’daki hedefi ise Çin’di. Ancak Çin, hızla modernleşen saldırgan Japonya’ya boyun eğince Almanya’nın Çin’deki planları da suya düşmüştür. İngiltere ve Fransa daha 19. yüzyılın başlarında başarılı adımlar atarak Çin’e yerleşmişti. Almanya’nın onların arasında kendisine yer bulması mümkün değildir, kaldı ki Uzakdoğu’yu kontrol edebilecek bir deniz gücünden de yoksundu.[9] Bu sefer Almanya gündemine Ortadoğu’yu almıştır; büyük bir pazar ve hammadde deposuydu ayrıca Balkanlar üzerinden ulaşabilmesi de mümkündü. Ortadoğu’daki hedefleri ise İran ve Osmanlı İmparatorluğu olmuştur. Her iki ülkenin de yönetici ve aydın çevrelerinde İngiltere ve Rusya’ya karşı yükselen bir nefret vardı. Bu sebeple yükselen iki yeni güç, Almanya ve Japonya’ya karşı iki ülkede de bir hayranlık vardı hatta bu iki ülkenin bir kurtarıcı olacağına dair ümitler besleniyordu. Kayzer II. Wilhelm’in 1898’de Şam’da “300 milyon Müslüman’ın koruyuculuğunu üstlendiği” ünlü nutku ve 1905’te Japonya’nın Rusya’yı yenmesi İran’da da Osmanlı’da da sevinç ve umutla karşılanmıştı.[10]
1870’lerden 1890’lara kadar İran milliyetçileri, ülkelerindeki İngiltere ve Rusya’dan yaka silktikleri için Alman yanlısı bir politika izlemekten yanadırlar ve Alman hayranı bir atmosfer İran’ın yönetici ve aydın çevrelerini de kaplamıştır.[11] 1907 yılında Rusya ve İngiltere bir antlaşma yaparak İran’ı, orta ve kuzeyi Rusya’ya, güneyi İngiltere’ye kalacak şekilde nüfuz alanlarına bölüşmüştür. 1908 yılında da Rus subaylarının eğittiği ordu ve onların komutasındaki bir Kazak birliği İran meclisini dağıtarak, mutlak hakimiyeti İran Şahı’na geri vermiştir. Böylece Almanya İran’a da nüfuz edememiş, o bölgeyi de İngiltere ve Rusya’ya kaptırmıştır.[12] Artık Almanya için tek bir hedef kalmıştı: Osmanlı İmparatorluğu.
2. YOKOLUŞA GİDECEK BİR İTTİFAKIN EŞİĞİNDE
Almanlar Yakındoğu’nun kendilerine sömürgeci amaçları için tarih tarafından bahşedilen bir yer olduğuna inanıyorlardı. Birinci Dünya Savaşı’nın başında pancermenizmin kurucularından Becker “Coğrafi konumumuz ve endüstrimizin pazar gereksinimi dolayısıyla Türkiye’ye yöneliyoruz. Her Avrupa ülkesinin geri kalmış Şark’ta kendine ait bir hayat alanı vardır. İngiltere Mısır’da, Fransa Tunus’ta, İtalya Trablus’ta, Avusturya Bosna’da ve Rusya Karadağ’da ve dolaylı olarak Balkanlar’da hak sahibidir. Bizim hiçbir şeyimiz yoktu. Şimdi bu hayat alanımız Türkiye’dir.” diyordu.[13] Hatta Türk ordusunu ıslah ettiği, Türkleri çok sevdiği söylenen ve sevilen Goltz Paşa bile 1897’de “Türklerin İstanbul’u terk edip, Anadolu ve Mezopotamya’ya çekilmeleri ve Almanya’nın önderliğinde bu bölgenin ıslahatını üstlenmeleri gerektiğini” söylüyordu.[14]
Büyük devletlerden yalnız Almanya’nın Osmanlı İmparatorluğu üzerinde belirli bir nüfuz bölgesi veya bölüşme payı yoktu. Sanayi toplumları arasına gecikmeyle de olsa girebilen Almanya’nın siyasetçileri bu eksiklerini gidermek için Londra Konferansı sırasında kendilerine Osmanlı üzerinde bir pay tanınması için İngiltere’nin muvafakatini kazanmaya çalıştılar. Bu sıralarda Almanya’nın İstanbul’daki Büyükelçisi Wangenheim’in hazırladığı bir rapordaki şu ifadeler dikkat çekicidir: “Anadolu’da yerleşik bir Akdeniz devleti oluruz. Yeni mülkümüzü dünya taşıt yollarına bağlayabilmek için zamanla deniz üssü olarak gelişebilecek bir liman edinmemiz gereklidir… Bizim çıkarlarımız Bağdat hattının uzunluğunca devam etmekte ve Anadolu’yu bir baştan bir başa geçmektedir. Bugünkü siyasetimizin amacı ancak Türkiye’nin dağılmasına mümkün olduğu kadar uzun bir süre ve hiç olmazsa şimdilik engel olmuştur. İngiltere, Anadolu’nun geleceği konusunda ister istemez Almanya ile beraber yürümek zorunluluğundadır.”[15] Alman büyükelçi bu sözleri ile Alman İmparatorluğu’nun Türkiye’nin toprak bütünlüğünün korunmasından yana olan politikasını vurguluyor ancak bunun mümkün olmadığı takdirde yapılması gerekenleri de ekliyordu: “Mezopotamya ile Mersin ve İskenderun’u alacağız. Aklı başında olan Türklerin de bunu tevekkül ile karşılamaya hazır olduklarını şimdiden biliyorum.”[16]
Osmanlı İmparatorluğu ile Alman İmparatorluğu arasında ilişkileri birkaç aşamada değerlendirmek gerekir: 1815 yılındaki Viyana Kongresi sonrası, 1862-1890 yılları arasındaki Bismarck Dönemi ve 1888-1918 yılları arasında Kayzer II. Wilhelm’in “Weltpolitik” ve “Drang nach osten” politikaları hakimiyetindeki dönem iki devletin ilişkilerindeki temel aşamalardır.[17] Bismarck dönemi dış politikası, Osmanlı’yı daha çok Avrupa içi denge ortamının bir unsuru olarak algılamıştır. Bismarck’ın istifasının ardından Kayzer II. Wilhelm’in yerine atadığı Başbakan Caprivi döneminde ise Osmanlı, Almanya’nın askeri ve iktisadi nüfuz alanını yayacağı bir coğrafyadan ibaret görülmeye başlanmıştır.[18]
1878 Berlin Kongresi Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkanlarda önemli toprak kayıpları ile sonuçlanmıştır. Bu döneme girildiğinde Osmanlı ekonomisi Avrupa sermayesi tarafından kontrol altına alınmış, 1881 Muharrem Kararnamesi ile Osmanlı maliyesinin iflası ilan edilmiş, Düyun-ı Umumiye komisyonu kurularak devletin bir takım gelirleri bu komisyona devredilmiştir. Osmanlı ekonomisi yabancı bankaların ve şirketlerin istilası altındadır. Ülkenin doğal zenginlikleri tekelci imtiyazlar halinde yabancı şirketlere veriliyordu. Osmanlı uyruklu sermayenin ekonomideki payı ise git gide küçülüyordu. Osmanlı tezgah sanayisi yabancı şirketlerle başa çıkamamış kesin bir iflasa sürüklenmiş, modern sanayi kurma çabaları da başarısızlıkla sonuçlanmıştır. İlkel ve makineleşememiş tarımın gelirleri de son derece düşüktür.[19]
Bu iktisadi tablo karşısında, bürokrasiyi ve orduyu modernleştirmek zorunluluğunu anlayan Osmanlı yöneticileri kendini içinden çıkılmaz bir durumda buldular. Ancak Osmanlı yönetimi İran ve Çin gibi bazı yarı sömürge devletlere göre bir ayrıcalığa sahipti. Her ne kadar kendi iktisadi ve siyasi idaresi üzerinde tam bağımsız olarak karar alma yetkisi kalmasa da, emperyalist devletler arasında bir seçim yapma şansı vardı ve Osmanlı yönetimi de bu fırsatı kullanmıştır.
Alman nüfuzu Osmanlı İmparatorluğuna esasen II. Abdülhamit döneminde yerleşmiştir. Jön Türkler iktidara geldiklerinde ise bu nüfuzu daha büyük boyutlara taşıyarak devam ettirmişlerdir. Ancak bu duruma sebep olan asıl etken Abdülhamit’in ve Jön Türklerin kişisel görüşleri veya Alman hayranlıkları değil, dünya konjonktüründe yaşanan gelişmeler ve Osmanlı İmparatorluğu’nun siyasi, iktisadi durumudur.[20] Cemal Paşa Osmanlı’yı bu ittifaka zorlayan siyasi ortamı şöyle anlatmaktadır: “Duyduğunda hiç kimsenin inkar etmeyeceği hakikatlerdendir ki, Rusya, Osmanlı İmparatorluğu’nun can düşmanıdır. İstanbul’u almak başlıca emelidir. Bu emelden Rusya’yı vazgeçirmek imkansızdır. Çarlık, Berlin Muahedesi neticesinde İstanbul’a sahip olamayacağını anlayınca gözünü Hindistan’a dikti. İngiliz siyasetinin incelikleri sayesinde kendisine o yolun kapanmış olduğunu görünce Uzak Şark’a döndü. Port Arthur’a kadar uzattığı eli Japonlar tarafından kırılınca al kanlar içinde geri çekildi. Şimdi artık emellerinin ezeli kabesine dönmekten başka kurtuluş çaresi görmüyor ve bütün hırsı ile iki buçuk asırlık avına, zavallı Türkiye’ye son hücumu yapmaya hazırlanıyor. Bulduğu müttefikler, kendisine muarız olmaktan ziyade bundan sonra muvafık bulunacaklardır. Kırım seferindeki durum, Berlin Konferansı’nı neticelendiren durum bugün tamamen değişmiştir.”[21]
Almanya, Balkan topraklarından Osmanlı’nın çekilerek yerini Rusya veya İngiltere’ye bırakmasını kendisinin doğudan kuşatılması olarak görüyordu. Bu sebeple Berlin Kongresi’nde Osmanlı’yı koruyucu bir tutum sergilemiştir. Her ne kadar Osmanlı büyük topraklar kaybetmiş olsa da Bismarck “Avrupa Türkiyesi’ni kurtardık” diyordu. Kısa bir süre sonra İngiltere’de iktidara gelen Gladstone liderliğindeki liberaller İngiltere’nin Osmanlı’nın toprak bütünlüğünü koruma siyasetinden vazgeçtiler. Artık dünya siyasetinde Osmanlı’nın toprak bütünlüğünden yana olan bir tek Almanya kalmıştı. Üstelik Almanya’nın Balkanlar’daki etnik gruplarla fazla bir ilgisi de yoktu. Bu tabloyu gören Osmanlı sultanı, yöneticileri ve aydınları arasında İngiltere’ye karşı olumsuz bir tutum yükselmekte, Almanya ile yakınlaşma fikri yayılmaktadır.[22] İmparatorluğu fiziki olarak parçalamak isteyen İngiltere, Fransa ve Rusya karşısında paniğe kapılan Osmanlı’nın kendinden yana gibi görünen Almanya’ya kapılarını açması kaçınılmazdır.[23] Ayrıca Osmanlı İmparatorluğu’nu son derece otoriter bir şekilde yöneten II. Abdülhamit’in idaresi, demokratik geleneği zayıf olan ve II. Wilhelm’in otoriter bir şekilde yönettiği Almanya tarafından hoş görülüyordu.[24] Bununla birlikte Almanya İslamcı ideolojiye de hoş görünme gayreti içerisindeydi; Mezopotamya ve Anadolu’daki su kanalları ve yollarını yeniden imar ediyor, Doğu ile ilgilenen bilgin ve tacirleri yoğun olarak propaganda broşürleri yazıyor, bunları Türkçeye de çevirerek dağıtıyorlardı.[25] Bu sebeplerle panislamizm, bir zaman sonra Müslüman ülkelerde kolonileri olmayan ve Müslümanlara dost görünmeyi beceren Almanya’yı hayırlı bir müttefik olarak kabul etti.[26] Ülkenin içinde bulunduğu durumu bir İslam – Haçlı çatışması olarak gören Mehmet Akif bile Trablusgarp Savaşı sırasında Sırat-ı Müstakîm’de yayınlanan “Almanlara Açık Mektup” başlıklı yazısında “biz mahvolursak Doğu’nun anahtarı Almanların değil, rakiplerinin eline geçecektir. Doğu’yu korumak ve uygarlaştırmak, Doğu’ya doğru Osmanlılar ile birlikte gitmek, Doğu’yu Alman ticaret ve sanayisi için kazanmak… İşte kendisini bilen Osmanlı ve Alman hükümetleri için büyük bir program…” diyerek Almanya – Osmanlı yakınlaşması için mantıki sebepler göstermeye çalışıyordu.[27] Yeri geldiğinde de “Bilir misin ki senin şarka meyleden nazarın / Birinci defa doğan fecridir zavallıların…” şeklinde romantik şiirlerle Almanya’ya övgüler diziyordu.
Alman hayranlığı ve Almanya’ya bağlanan umut askerler arasında da yaygındır. Cemal Paşa’nın Almanya ile ilgili görüşleri şu şekildeydi: “Almanya kim ne derse desin, Türkiye’nin kuvvetli olmasını en ziyade arzu eden bir devlettir. Almanya’nın menfaati münhasıran Türkiye’nin kuvvetli bulunmasıyla temin olunabilir. Almanya, Türkiye’yi bir müstemleke gibi eline geçiremez. Buna ne coğrafya vaziyeti ne de Almanya’nın vasıtaları müsaittir. Binaenaleyh Almanya kendisine bir irtibat pazarı olan Türkiye’nin İtilaf Devletleri arasında taksim edilmemesinin en büyük müdafiidir.”[28]
Kayzer II. Wilhelm’in 1898 yılı Ekim ayında gerçekleştirdiği ziyaret hem Alman hayranlığının zirve yaptığı bir nokta hem de Alman nüfuzunun Osmanlı üzerindeki tesiri konusunda bir dönüm noktası olacaktır. İstanbul – Kudüs seyahati gerçekleştiren Alman İmparatoru gittiği her yerde kontrolden çıkmış dostluk gösterileri ile karşılanmıştır. Zaten gazeteler aylardan beri Alman imparatorunun ziyareti ile meşguldü. İstanbul’daki görkemli karşılamaları Hayfa’daki büyük tantana izledi; yöneticileri, eşrafı, ruhani reisleriyle bütün Suriye halkı imparatoru karşılamak için sokaklara döküldü.[29] Kalabalık maiyeti ile birlikte Kudüs’e geçen imparator burada Ağlama Duvarı’nı, Rum Ortodoks Kilisesi’ni ve Mescidü’l-Aksa’yı ziyaret etti. Ardından Şam’a geçerek Ümeyye Camii’nde Selahaddin Eyyübi’nin mezarını ziyaret etti.[30] Burada zaten kendisine karşı büyük umutlar ve hayranlık besleyen Müslüman toplumunu tamamen etkileyeceği o meşhur konuşmasını yaptı: “Burada bütün zamanların en kahraman askeri Sultan Selahaddin’in mezarı önündeyim. Majesteleri Sultan Abdülhamit’e misafirperverliğinden dolayı teşekkür borçluyum. Gerek Majeste Sultan, gerekse Halifesi olduğu dünyanın her tarafındaki 300 milyon Müslüman bilsinler ki Alman imparatoru onların en iyi dostudur.”[31]
Gezinin ardından İmparator, başta Bağdat demiryolunun yapımı olmak üzere birçok imtiyaz ve hediye ile birlikte ülkesine dönüyordu. Osmanlı ise Avrupalı büyük devletler karşısında kendisine yeni bir müttefik bulmanın mutluluğu içerisindedir.
2.1. Ticari İlişkiler
15. yüzyıldan beri Augsburg, Regensburg, ve Nürnberg gibi Alman endüstri merkezleri başta pamuk olmak üzere Yakındoğu ürünlerinin başlıca alıcıları konumundaydı.[32] Lakin zamanla bu ticari akış ters yöne dönecektir. Almanya henüz siyasal birliğini sağlayarak dünya sahnesine çıkmadığı için bu ticaret Alman devletçikleriyle devam etmektedir. Prusya’nın da Yakındoğu ile olan ticaretle fazla ilgilenmemesi sebebiyle Osmanlı’nın Alman devletçikleriyle olan ticareti daha çok Avusturya üzerinden devam etmiştir. Alman tüccarlarını Avusturya konsolosları temsil etmekte, Alman malları da Osmanlı – Avusturya Ticaret Anlaşması’na göre muamele görmektedir.[33] Ancak 22 Mart 1761’de Prusya ile Osmanlı İmparatorluğu arasında bir dostluk ve ticaret anlaşması imza edilmiştir.[34] Daha sonra bu anlaşma 31 Ocak 1790 tarihinde 50 yıl daha uzatılmıştır.[35] Böylece Osmanlı İmparatorluğu, Prusya tebaasına da Fransızlara tanıdığı hakları bahşetmiş oluyordu.
Osmanlı ile olan ticarette dikkat çeken devletçiklerden Bavyera’nın malları Osmanlı İmparatorluğu’nda iyi bir üne sahiptir. Osmanlı pazarlarında kaliteli oyuncak ve hırdavat için “Bazar-ün Nürnberg” tavsiye olunmaktaydı.[36] En önemli ithalat malı kumaştı. Leipzig panayırlarından getirildiği için “Leipziger Tücher” ismiyle satışa sunulan ürünlerden olan Augsburg kumaşları Osmanlı pazarlarında İngiliz kumaşlarıyla başarılı bir şekilde rekabet etmekteydi. Cam ve porselen ürünler, dikiş iğneleri, saç maşaları, süpürgeler, boyalar, elbise fırçaları, taraklar, gözlükler, hayvan çanları, oyun kağıtları, teller, kurşun kalemler, deri eşyalar, para kasaları, cep ve kol saatleri Osmanlı pazarlarına giren Alman mallarından bazılarıdır.
Alman dış ticaretinin Osmanlı pazarlarına yönelik şirketleşmesi 1880’lerden sonra gerçekleşmiştir. Bu tarihlerde faaliyete geçen Deutscher Handelsverein (Alman Ticaret Birliği) ilk deneme sayılabilir, lakin bir süre sonra piyasadan çekilmiştir.[37] Alman ticaret sermayesi ve yatırımları örgütlü olarak Osmanlı topraklarında faaliyete geçebilmek için büyük demiryolu yaptırımlarının, gemicilik faaliyetinin gelişmesini ve Alman bankacılığının ciddi desteğini bekliyordu.[38]
20 Mart 1862’de Zollverein’e (Gümrük Birliği) bağlı Alman devletleriyle yapılan ticaret anlaşmasının hükümleri 1880 sonlarında etkisini göstermeye başlamıştır. Kayzer II. Wilhelm’in ilk İstanbul ziyareti sonrasında 26 Ağustos 1890’da Alman İmparatorluğu ile Osmanlı İmparatorluğu arasında imzalanan ticaret anlaşması, eski anlaşmada Almanya lehine öngörülen imtiyazları arttırıyordu. Anlaşmaya göre, Osmanlı tüccarı da Almanya’da “en ziyade müsaadeye mazhar devletin tüccarı” statüsünde idi. Ancak anlaşmadan yararlanan taraf Alman tüccarları olmuştur.[39]
Ticaret antlaşmaları neticesinde 1885-1888 yılları arasında Osmanlı pazarında İngiliz mallarının yerini gittikçe Alman malları almaya başlamıştır. Alman şirketlerinin temsilcileri tüm Anadolu’ya yayılmış, köy köy dolaşarak sattıkları malların örneklerini gösteriyor, broşür dağıtıyor, malların alımını kolaylaştırmak için krediler açarak tüm köylerden uzun sipariş listeleriyle ülkelerine dönüyorlardı. Dokuma konusunda bile Almanlar renk vermeyen kumaşlar üreterek gittikçe İngilizleri bu alanda geride bırakıyorlardı. Ne İngiliz kumaşları ne de İngiliz ipleri Alman rekabeti karşısında konumlarını koruyamıyordu. Almanlar cam, porselen eşya, mobilya gibi birçok mal konusunda da İngilizlerin yerini almakta ve mallarını köylere kadar sokabilmekteydi. 1888’den itibaren İzmir – Hamburg arası düzenli gemi seferlerinin başlamasıyla Alman mallarının Osmanlı pazarına taşınması daha da hızlanmıştır.[40]
Almanların Osmanlı pazarında üstünlüğü ele geçirmelerindeki büyük etkenlerden biri de mallarını pazarlamada İngilizlerden çok farklı ve başarılı metotlar uygulamalarıdır. İngilizler mallarının reklamını İngilizce ve İngiliz ölçüleriyle hazırladıkları sirkülerler yayınlayarak yaparken Almanlar kişisel ilişki ve haberleşme ağı üzerinden yapıyordu. Türkçe ve Rumca bastıkları resimli sirkülerlerini köylere kadar yayılan ticari temsilcileri aracılığıyla dağıtıyorlardı. İngilizler tüketicilerin zevkine göre değil kendi zevklerini okşayan malları satmaya çalışırken Almanlar tüketicilerin istekleri doğrultusunda hareket edebilmek için bir malı piyasaya sürmeden önce tüketici zevki konusunda araştırmalar yapıp bu doğrultuda malı piyasaya sürüyorlar, gerekirse malların biçim ve desenlerini bu istekleri göz önünde bulundurarak değiştiriyorlardı.[41]
20. yüzyıla gelindiğinde artık Almanya, Osmanlı’nın en büyük ticari ortaklarından biridir. 1887’de Almanya’nın Osmanlı dış ticaretindeki payı %6 iken, 1910 yılında bu oran %21’e çıkmıştır. Almanya ve Avusturya birlikte hesaplandığında ise %42’ye varmaktadır.[42] 1880 ile 1904 yılları arasında Almanya’nın Osmanlı’ya yaptığı ihracat %1100 oranında artarken, Osmanlı’nın Almanya’ya yaptığı ihracat %2200 artmıştır.[43] 1880-1889 arası dönemde Almanya’nın Osmanlı’daki yatırım sermayesi %0,3’den 1900-1913 arası dönemde %20,6’ya çıkmıştır.[44] 1898 yılında Osmanlı’nın Almanya’dan yaptığı ithalat 426.000 sterlindir. 1911 yılında ise bu miktar 5.365.000 sterlini bulmuştur.[45] İlerleyen yıllarda bu rakamlar Almanya’nın lehine olmak üzere daha da artacaktır.
1870’lerin başından itibaren Alman silah yapımcılarının da Osmanlı pazarlarında görülmesiyle Alman ve Amerikan firmaları arasında şiddetli bir rekabet başlamıştır. Devam eden yıllarda bu rekabetin Almanlar lehine geliştiği ve Osmanlı silah pazarının büyük bir kısmının Almanların denetimine geçtiği görülmektedir. Almanya’nın Danimarka, Avusturya-Macaristan ve Fransa ile yaptığı savaşların son bulması sebebiyle Alman silah üreticilerinin elinde büyük silah stokları kalmıştır. Gözlerini Yakındoğu’ya çeviren Alman silah tüccarları ellerindeki silahları düşük fiyatlarla başta Osmanlı olmak üzere bu bölgeye satmaya başlamıştır.[46] Özellikle Alman subaylarının Osmanlı ordusunda görevlendirilmesi Alman silah sektörünün Osmanlı’da yerleşmesinin en önemli faktörüdür. Goltz Paşa, Harp Okulu’ndaki faaliyetleri sırasında genç subayların Alman sempatizanı olarak yetişmesine büyük katkıda bulunduğu gibi, devlet ileri gelenleri ile kurduğu yakın ilişkiler sayesinde Alman nüfuzunun ve silah sektörünün Osmanlı İmparatorluğu’nda yerleşmesinde önemli bir aktördür.[47] Başta Goltz Paşa olmak üzere, Alman subayları sürekli olarak Alman firmalarından yeni silah siparişleri verilmesine vesile ve aracı olmuştur. Osmanlı ordusundaki Alman subaylarının başarıları tartışma konusu olmasına hatta bunların geri çekilmesi fikri bizzat kendi hükümetleri tarafından sık sık ileri sürülmesine rağmen Alman subaylarından boşalacak yerlerin diğer ülkeler tarafından doldurulacağı ve böylece Osmanlı pazarlarının başkalarına kaptırılacağı endişesi karşısında bu düşünce hiçbir zaman gerçekleştirilmemiştir. Zira Almanya, Alman subaylarının Osmanlı ordusundaki görevlerini sürdürmelerini silah ticaretinin devamı bakımında lüzumlu görmüş, hatta topçuluk başta olmak üzere Osmanlı ordusundaki bazı mevkilerin Alman subaylarının elinde bulunması için büyük çaba sarf etmiştir.[48]
Almanların 1890’larda ele geçirmeye başladıkları Osmanlı silah pazarındaki üstünlükleri Osmanlı ordusunun aldığı her yenilgiden sonra verilen büyük silah siparişleriyle daha da artmıştır. 1910’larda önce Trablusgarp daha sonra da Balkan Savaşları dolayısıyla verilen siparişlerin değeri milyonlara ulaşmıştır. Balkan Savaşları’nda dağılmış olan ordunun yeniden kurulması, kaybedilen savaş malzemesinin yerine konması, eskiyenlerin değiştirilmesi, İstanbul ve Boğazların tahkim edilmesi Alman silah sanayisi için tekrar büyük siparişler getirmiştir.[49]
Esasen Almanya’nın Osmanlı İmparatorluğu’na subay göndermeye devam etmesinin en büyük nedeni silah ticaretini ayakta tutabilme düşüncesidir.[50] Alman subayların Osmanlı ordusundaki etkinlikleri arttıkça, siparişleri artan Alman silah endüstrisi I. Dünya Savaşı öncesinde Osmanlı silah pazarında tekel haline gelmiştir.[51]
2.2. Toplumsal ve Kültürel İlişkiler
22 Mart 1761 yılında Büyük Friedrich ile III. Mustafa arasında yapılan dostluk ve ticaret anlaşmasında “dinin icrası konusunda diğer dost ülkelere tanınan davranışın Prusya için de geçerli” olduğu belirtilmişti. 1840 tarihinde Prusya ve diğer devletlerle, 1862’de yine Prusya ve 1890’da Almanya ile yapılan ticaret anlaşmalarında da aynı husus teyit edilmiştir.[52] Osmanlı topraklarındaki ilk Protestan Cemaati, İngiliz ve Prusya elçilerinin girişimleri sonucunda 15 Kasım 1850’de kurulmuş ve resmen tanınmıştır. Osmanlı İmparatorluğu bu beratla sadece cemaatin yönetiminin şekillenmesine izin vermiştir. Millet statüsü tanımamış, diğer ayrıcalık ve imtiyazları vermemiştir. Millet olarak tanınmamasının getirdiği sıkıntıyı aşmak için Protestan cemaati 1871 yılında Alman Dışişleri Bakanlığı’na, 12 Temmuz 1876’da da Bismarck’a mektuplar yazarak yardım talep etmişlerdir. Sonunda 1878 yılında Babıâli, Protestanların idaresiyle ilgili olarak Protestan Cemaati Nizamnamesi’ni hazırlamıştır.[53]
Almanlar 19. yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı topraklarına koloniler şeklinde yerleşmeyi ciddi olarak düşünmüş ve sürekli olarak gündemde tutmuşlardır. Ancak Osmanlı sultanı ve yönetiminin tepkisini çeken bu plan Dobruca’da Akpınar, Atmaca, Malkoçi gibi bazı köyler ve Bağdat demiryolu çevresi dışında gerçekleşmemiştir.[54] Yine de İstanbul, Selanik, İzmir, Beyrut gibi ticaret şehirlerinde iki ülke arasında gelişen ticari ilişkilere bağlı olarak küçük de olsa Alman toplulukları ortaya çıkmıştır. Lakin bu topluluklar da ne Almanların ümit ettiği ölçüde ne de diğer Avrupalı topluluklarla boy ölçüşebilecek kadar gelişememiştir. Örneğin Alman topluluğunun en çok geliştirilmeye çalışıldığı yerlerden İzmir’de bile kurdukları kilise, İzmir Kız Okulu, İzmir Erkek Okulu, yetimhane, Alman Postanesi, konsolosluk, Alman Kulübü, Alman Mezarlığı, İzmirli Alman Kadınlar Yardım Cemiyeti gibi kurum ve kuruluşlara rağmen sayısal varlıklarına bağlı olarak, sosyal ve iktisadi alanda güçlenmeye başladıkları 19. yüzyılın üçüncü çeyreğinden sonra dahi güçlü bir yapı oluşturamamışlardır. Ancak Alman topluluğunun zayıf olmasına rağmen bazı alanlarda, örneğin gastronomi konusunda kenti oldukça etkiledikleri de bir gerçektir. Özellikle 19. yüzyıl ortalarından itibaren kente birayı getirenler, şarap fabrikası açanlar ve otelcilik alanında en yetkin örnekleri verenler Almanlar olmuştur.[55] İstanbul’da da 3.000 kişiye varan Alman topluluğu kendisini şehir yaşamında hissettirmeye başlamıştır.[56] Beyoğlu’nda Almanlara has dükkân ve restoranlar türemiş, Alman birahaneleri, lokantaları ve müziği kendini gösterir olmuştur.[57]
Anadolu’da faaliyette bulunan bilim kuruluşları konusunda da Almanlar oldukça geç kalmıştır.[58] Bu geç kalışın acelesiyle olsa gerek Almanların Osmanlı coğrafyasında yürüttüğü arkeolojik çalışmalar genellikle bilimsel endişeden uzak, çabukça bol eser elde etmeyi amaçlayan tahripkâr kazılardan ibaret oluyordu.[59] Osmanlı’da tarih bilinci olmamasından dolayı önemsenmeyerek verildiği iddia edilen oysa gerçekte şantaj ve baskı ile alınan Bergama Sunağı bu arkeolojik yağmanın sembolü olmuştur.
Alman okulları da Osmanlı ülkesinin her yanında türemeye başlamıştır. Özellikle Bağdat demiryolunun geçtiği yerlerde ve Filistin’de kurulan bu okul ve yetimhanelerden misyonerlik faaliyetleri de yürütülmüştür. Her şeye rağmen eğitim alanında Almanya, Osmanlı ülkesi üzerinde İngiltere ve Fransa, hele ki ABD ile yarışabilecek bir konuma gelememiştir.[60]
Türkiye’ye Kant, Schelling, Hegel, Feuerbach ve Marx’la gelişen klasik Alman felsefesi, Alman edebiyatı, tekniği ve doğa bilimleri gelmemiştir. Belki de Osmanlı İmparatorluğu’nun kültürel reform tarihinin Rusya tarihindeki kültürel reformlardan en önemli farkı budur. Alman kültürü Türkiye’ye sadece arkeolojik zenginlikleri yağmalayacak kazılar, Beyoğlu’ndaki Viyana operetleri, Almanca eserlerin Fransızca üzerinden yapılan eksik ve yanlış çevirileri ve büyük ölçüde de Alman oryantalizmi ve militarizmine hayranlık duyguları olarak gelmiştir.[61]
2.3. Askeri İlişkiler
Alman subayların Osmanlı ordusunda görev almaları eskilere dayanıyordu: Daha 1798’de Albay von Goetze III. Selim’in arzusu üzerine Osmanlı kara birliklerini denetlemişti.[62] II. Mahmut zamanında da ilk Alman askeri heyeti olarak 1835’te Moltke ve arkadaşları Osmanlı İmparatorluğu’na geldiler.[63] Moltke heyetinin geri dönmesinden 1882’de Kaehler heyetinin gelişine kadar Osmanlı ordusunda birçok Prusyalı subay görev almıştır. Bu subaylar Helmuth von Moltke heyetine dahil olanlardan farklı olarak hiçbir resmi sıfatı olmayan, çoğu maddi sebeplerden dolayı kendi ordusuyla ilişkisini keserek Osmanlı ordusuna girmiş, bazıları da Osmanlı vatandaşlığı ve İslam dinini kabul etmiştir.[64] Osmanlı ordusuna ilk gelen bu yabancı uzmanlar hiçbir resmi sıfatı olmayan, çoğu maceraperest, seyahat meraklısı veya bu yoldan para kazanmak isteyen kimselerden ibarettir.[65]
18. yüzyılın başından itibaren yenilgiler üzerine orduyu güçlendirmek amacıyla daha bilinçli olarak ve daha çok sayıda getirilen uzman ve danışmanların çoğunu İngiliz ve Fransızlar oluşturmaktadır. Ancak Fransa’nın Yunan isyanındaki taraflı tutumu ve Cezayir’i işgal etmesi orduda kısa bir süre için Prusyalı subayların görevlendirilmesine yol açmıştır. Kırım savaşından sonra Osmanlı – Fransız ilişkileri düzelince Osmanlı ordusunun eğitimi ile meşgul olmak üzere tekrar Fransız subayları çağırılmıştır. Ancak 1870’de Fransız – Alman savaşı patlak verince Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Fransız heyeti ülkesine geri dönmüştür.[66] 1877/1878 Osmanlı – Rus Savaşı’nda alınan yenilgi Osmanlı askeri sisteminde bir dönüm noktasıdır. Bu tarihe kadar Osmanlı ordusunda İngiliz, Fransız ve Prusya sistemleri geleneksel Osmanlı sistemiyle bir arada yaşamışken[67] bu tarihten sonra köklü bir sistem değişikliğinin zorunlu olduğu anlaşılmıştır. İstenen değişimi gerçekleştirmesi için Sultan II. Abdülhamit tekrar Fransa’ya başvurarak yeni bir heyet gönderilmesini talep etmiş lakin Prusya karşısında mağlup Fransa, Babıâli’nin bu isteğini yerine getirmeye pek niyetli görünmeyince, Sultan da öteden beri sempati duyduğu Prusya’dan subay getirtmek için harekete geçmiştir.[68] 1882 yılında Albay von Kaehler yönetimindeki “Kaehler Heyeti” olarak bilinen ilk Prusya askeri heyeti Osmanlı topraklarına gelmiştir. Aynı zamanda bu heyet ile gelen subaylar kendinden önceki yabancı subaylardan farklı olarak ilk defa kendi devletleri ile olan memuriyet ilişkilerine son vermemişlerdi.[69] Kaehler Heyeti’ni 1883’te gelen Colmar von der Goltz izlemiştir.[70]
Osmanlının askeri reform çabalarında bir dönüm noktası olan 1877/1878 Osmanlı Rus Savaşı ve Berlin Konferansı sonrasında Osmanlı ordusu artık Alman genelkurmayının stratejisine, onun tayin ettiği subaylara ve Alman endüstrisinin silahlarına bağlı, gittikçe Alman askeri sistemiyle bütünleşen bir ordu olmaya başlamıştır. Ancak Osmanlı ordusunun bu yeni sistemi aslında yüzeysel bir taklitten ibaretti, Prusya askeri tekniğini tam anlamıyla benimseyip uygulayamadı. Alman genelkurmayı da yeni müttefiklerini fedakâr, dayanıklı, kolayca ateşe sürülerek harcanabilecek askerlerden fazlası olarak görmüyordu. Almanların bu niyetini Birinci Dünya Savaşı kanıtlayacaktır.[71]
Bu dönemde gelen Alman askeri uzmanlarının büyük değişimler yarattığını ve pek başarılı sonuçlar aldığını söylemek mümkün değildir. Alman subayların Osmanlı’nın gerçekleriyle uyuşmayan, onun mali gücünü aşan büyük reform önerilerinin uygulanabilirliği yoktu, Türk subaylarla aralarında sistem çatışması ve güvensizlik hâkimdi, Türkçeyi öğrenmemişler, rütbesiz askerlerle de iyi komuta ilişkilerine girememişlerdi. Neticede kısa süre içerisinde sonuç almaktan vazgeçip para kazanmaya baktılar[72] veya Goltz Paşa gibi Osmanlı askeri sırlarını Alman harbiye ve hariciye nazırlıklarına rapor etmekle yetindiler.[73]
Balkan Savaşı’nda alınan yenilgi bir başka dönüm noktasını oluşturmuştur: Liman von Sanders başkanlığındaki yeni bir heyet Osmanlı’ya davet edilmiştir.[74] Ancak bu sefer Osmanlı yöneticilerinin planı öncekinden farklıdır. Liman von Sanders’in doğrudan bir kolordunun başına geçirilmesi düşünülmüştür. Cemal Paşa hatıratında bu fikrin sanıldığı gibi Enver Paşa’ya ait olmadığını aksine Enver Paşa’nın bu durumdan rahatsız olduğunu,[75] fikri ortaya atanın Mahmut Şevket Paşa olduğunu ve kendisine şu şekilde açıkladığını aktarır: “Ordumuza gelince: Biz artık Alman harp usulünden kendimizi kurtaramayız. Otuz seneyi aşkın bir zamandan beri ordumuzda Alman muallimler bulunmuş, zabitan heyetimiz kamilen Alman harp usulü ile terbiye edilmiş, velhasıl bizim ordumuz Alman askeri talim ve terbiyesinin ruhu ile ünsiyet peyda etmiştir. Şimdi bunu değiştirmek mümkün değildir. Binaenaleyh pek geniş mikyasta bir Alman teknik heyetini celp etmek ve hatta icap ederse bir Osmanlı kolordusunun emir ve kumandasını Alman ümera ve zabitlerinden kumandanlar tayin etmek, böylece vücuda getirilecek olan bir numune kolordusuna Osmanlı ordusunun bütün ümera ve zabitlerini birer muayyen müddet için stajyer göndererek malumatlarının arttırılmasını temin etmek fikrindeyim.”[76]
1912 yılından sonra İttihat ve Terakki adına Enver – Talat – Cemal Paşaların devlete hakim olmasıyla Alman nüfuzu her zamankinden daha fazla hissedilir olmuştur. Artan ilişkiler Dünya Savaşı arifesinde bir ittifaka kadar gidecektir. Osmanlı Devleti’nin eli kulağında olan büyük savaşta müttefiksiz kalmamak için çırpındığı günlerde Almanya’nın ittifak teklifi büyük bir sevinçle karşılanmıştır. Yaşanan bu gelişme Cemal Paşa’nın ifadelerinde şöyle yer bulmuştur; “Türkiye bundan beş altı ay evvel münhasıran Balkan siyaseti bakımından tek başına kalmaktan kurtulmak ve müttefik bir heyet halinde cihana gözükmek için Bulgar ittifakından pek büyük ümitler beklemekte iken, onu bile şimdiye kadar istihsale muvaffak olamadığımız bir sırada Almanya gibi kuvvetli bir imparatorluk bize müsavi hukuk esasına dayanan bir ittifak teklif ediyor.”[77]
Birinci Dünya Savaşı patlak verdiğinde Alman subayları Osmanlı ordusu üzerinde sıkı bir kontrole, savaş sanayisi de ordunun donatım ve silah temininde tam bir tekele sahip bulunuyordu. Osmanlı’da hâkim olan Alman askeri sistemi sayesinde Alman silah sanayisi büyük kazançlar sağlamış, Alman devleti de bir müttefik kazanmıştır. Buna karşılık Alman subaylar, Alman askeri eğitimi ve sistemi sayesinde Osmanlı ordusunun bilgi seviyesi yükselmiş, batıya yönelik bir subay kadrosu yetişmiştir. Böylece Milli Mücadele’nin kazanılmasında önemli roller oynayacak olan bir subay grubu ortaya çıkmıştır.[78]
3. SONUÇ: ALTERNATİFSİZ VE KAÇINILMAZ BİR SÜREÇ
Almanya ile Osmanlı İmparatorluğu’nun ilişkileri kritik dönüm noktalarıyla belirlenen dönemler içerisinde gelişmiştir. Bu dönüm noktalarını genellikle Osmanlı İmparatorluğu’nun toprak kayıpları veya askeri yenilgileri oluşturmaktadır. Berlin Kongresi neticesinde yaşanan toprak kaybı, Balkan Savaşı’nda uğranılan bozgun, Dünya Savaşı öncesinde yaşanan yalnız kalma korkusu gibi gelişmeler Osmanlı-Almanya ilişkilerini Almanya’nın lehine olmak üzere bir sonraki aşamaya taşımıştır. Her seferinde Almanya’nın Osmanlı İmparatorluğu üzerindeki nüfuzunu genişletmesi ile sonuçlanan bu dönemler en sonunda Almanya’nın Osmanlı siyaseti, ekonomisi ve askeriyesi üzerinde tam bir kontrol mekanizması kurmasına kadar varmıştır.
Almanya, Osmanlı’yı adeta alternatifsiz bir tercih ile baş başa bırakan dünya konjonktüründeki gelişmelerden de yararlanmasını bilerek başarılı bir şekilde Osmanlı’ya nüfuz edebilmiştir. Bunu yaparken de silah ve zor kullanmaksızın askeri, mali, siyasi ittifak ve çıkar ilişkileri üzerinden bir hegemonya kurmayı başarabilmiştir. Bu tür bir hegemonya tesisinin belki de tarihteki ilk örneğini veren Almanya 20. yüzyıl boyunca kurulacak olan sömürge ve bağımlılık ilişkilerinde emperyalist devletlerin izleyeceği metodun ilk mimarlığını yapmıştır.
Bir bağımlılık ilişkisine doğru giden Osmanlı-Almanya yakınlaşması çaresiz ve alternatifsiz kalan Osmanlı kadrolarının gözünü boyamayı da başarabilmiştir. Öyle ki herkes umudunu Almanya’ya bağlamış, onda kendi beklentilerini aramıştır: Sultan Abdülhamit için İngiltere karşısında bir denge unsuru, Jön Tükler için Abdülhamit’i alt etmede bir yardımcı, İslamcılar için İslam âleminin kurtarıcısı, İttihatçılar için İngiltere ve Rusya’ya karşı bir müttefik… Osmanlı içerisindeki tüm kesimler Almanya’dan böylesine etkilenmiş ve ona böyle büyük umutlarla bağlanmışken, Osmanlı’yı Dünya Savaşı’na ve mutlak bir sona Almanya ile birlikte sürükleyen yakınlaşmayı sadece İttihatçıların hatta sadece tek bir adamın Alman hayranlığı ile açıklamak büyük bir haksızlık ve hata olacaktır.
Burada gözden kaçırılmaması gereken bir diğer önemli nokta ise; Osmanlı tarafındaki tüm çocuksu iyi niyetlere karşın bu yakınlaşma sürecinde Almanya’nın tamamen emperyalist ve yayılmacı bir amaç taşıdığıdır. Almanya sömürge edinme yarışında geri kalmış olmasını nüfuz alanını Osmanlı İmparatorluğu üzerinde genişleterek telafi etmeyi amaçlamış ve bunda da başarılı olmuştur. Ancak bu bile onu Dünya Savaşı’nda uğrayacağı büyük çöküşten kurtarmaya yetmemiştir.
[1] İlhan Pınar, Osmanlı Dönemi’nde İzmir’de Bir Cemaat İzmir’de Alman İzleri (1752-1922), İzmir Büyük Şehir Belediyesi, İzmir, 2013, s.9
[2] Age, s.9
[3] Age, s.9
[4] İlber Ortaylı, Osmanlı İmparatorluğu’nda Alman Nüfuzu, Alkım Yayınları, İstanbul, 2006, s.14
[5] Age, s.15
[6] Age, s.16-17
[7] Karl von Winterstetten, Berlin – Bağdat / Alman Yayılmacılığı ve Osmanlı Politikaları, Haz: Faruk Yılmaz, İz Yayıncılık, İstanbul, 2011, s.20
[8] Ortaylı, age, s.17
[9] Age, s.18
[10] Age, s.18-19
[11] Age, s.19
[12] Age, s.21
[13] Age, s.56
[14] Age, s.57
[15] Y. Hikmet Bayur, Türk İnkılabı Tarihi, II. Cilt, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1996, s.89-90 (Winterstetten, age, s.8’den)
[16] Fritz Fischer, Germany’s Aims In The First World War, New York, 1961, s.33-34 (Winterstetten, age, s.9’dan)
[17] Pınar, age, s.9
[18] Age, s.10
[19] Ortaylı, age, s.39-41
[20] Age,s.10
[21] Cemal Paşa, Hatırat, Arma Yayınları, İstanbul, 1996, s.121
[22] Ortaylı, age, s.44-45
[23] Age, s.47
[24] Age, s.66
[25] Age, s.69
[26] Age, s.67
[27] Age, s.71
[28] Cemal Paşa, age, s.123
[29] Ortaylı, age, s.83
[30] Age, s.84
[31] Al Tibawi, A Modern History of Syria, Mac Millan St. Martinis Press, Edinburgh, 1969, s.193 (Ortaylı, age, s.84’ten)
[32] A. Kummer, Aus der Geschichte des Bayerischen Orienthandels, München, 1927, s.11 (Rifat Önsoy, “19. Asrın İkinci Yarısından Alman İmparatorluğu’nun 1871’de Kuruluşuna Kadar Bavyera’nın Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Ticareti”, VIII. Türk Tarih Kongresi – Kongreye Sunulan Bildiriler, II. Cilt, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1981, s.1423’den)
[33] Rifat Önsoy, “19. Asrın İkinci Yarısından Alman İmparatorluğu’nun 1871’de Kuruluşuna Kadar Bavyera’nın Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Ticareti”, VIII. Türk Tarih Kongresi – Kongreye Sunulan Bildiriler, II. Cilt, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1981, s.1427
[34] R. Önsoy, Die Handelsbeziehungen Zwischen den Süddeutschen Staaten und dem Osmanischen Reich von 1815 bis 1871, Würzburg, s.116 (Önsoy, “19. Asrın…”, s.1424’den)
[35] StAst E. 36-39 – Staatsarchiv München (Önsoy, “19. Asrın…”, s.1424’den)
[36] Krauss, Deutsch – Türkische Handelsbeziehungen, Jena, 1901, s.47 (Önsoy, “19. Asrın…”, s.1426’dan)
[37] Pınar, age, s.58
[38] Age, s.58
[39] Age, s.59
[40] Age, s.60
[41] Age, s.60
[42] Ortaylı, age, s.51
[43] Age, s.56
[44] Age, s.62
[45] Age, s.55
[46] Rifat Önsoy, “Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Alman Subayları ve Alman Silah Sanayiinin Çıkarı (1871-1914)”, IX. Türk Tarih Kongresi – Kongreye Sunulan Bildiriler, II. Cilt, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1988, s.1208
[47] Age, s.1210
[48] Age, s.1211
[49] Age, s.1212
[50] Ortaylı, age, s.103-104
[51] Önsoy, “Osmanlı…”, s.1213
[52] Pınar, age, s.25
[53] Age, s.25-26
[54] Ortaylı, age, s.48
[55] Pınar, age, s.118
[56] Ortaylı, age, s.53
[57] Age, s.72
[58] Pınar, age, s.118
[59] Ortaylı, age, s.80
[60] Age, s.79-80
[61] Age, s.78
[62] L. Rathmann, Berlin-Bağdat, Berlin, 1962, s.14 (Önsoy, “Osmanlı…”, s.1207’den)
[63] J. L. Wallach, Anatomie einer Militaerhilfe, Dusseldorf, 1976, s.20 (Önsoy, “Osmanlı…”, s.1207-1208’den)
[64] Wallach, age, s.16 (Önsoy, “Osmanlı…”, s.1208’den)
[65] Önsoy, “Osmanlı…”, s.1207
[66] Önsoy, age, s.1207
[67] Ortaylı, age, s.91
[68] Önsoy, “Osmanlı…”, s.1207
[69] Ortaylı, age, s.75
[70] Önsoy, “Osmanlı…”, s.1210
[71] Ortaylı, age, s.92
[72] Age, s.95
[73] Lothar Rathmann, Alman Emperyalizminin Türkiye’ye Girişi, Çev.Ragıp Zaralı, Gözlem Yayınları, İstanbul, 1976, s.34 (Ortaylı, age, s.96’dan)
[74] Önsoy, “Osmanlı…”, s.1213
[75] Cemal Paşa, age, s.73-74
[76] Age, s.73
[77] Age, s.122
[78] Önsoy, “Osmanlı…”, s.1213
Bu yazı yorumlara kapalı.