Kosova küçük bir ülke olduğundan şehirlerarası yolculuklar da çok kısa sürüyor. Otobüsle Priştine’den Prizren’e geçmek iki saatten daha kısa zaman alıyor. Ülkedeki otobüs ücretleri oldukça düşük ancak otobüsler de son derece eski ve bakımsız. Prizren’e giren otobüsleri ilk karşılayan ABD askerleri için dikilmiş bir anıt ve yanında göndere çekilmiş ABD bayrağı oluyor. Anıt, 1999’daki NATO müdahalesinde hayatını kaybeden iki Amerikan pilotu için dikilmiş. Az ötesinde ise Kültür Gençlik ve Spor Bakanlığı’na ait tiyatro binasının içinde yer alan bir “American Corner” Amerikan kültürünü Kosovalılarla buluşturmaya ve çeşitli sivil toplum faaliyetleri ile Kosovalıların “medenileşmesine”, “eğitilmesine” yardımcı olmaya devam ediyor! Amerika ve Amerikancılık, Priştine’deki kadar olmasa da Prizren’de de kendini rahatlıkla fark ettirmekte. Yine de bu konuyu konuştuğumuz bir kişiden Amerika’nın asıl Priştine halkı tarafından sevildiğini buranın halkı tarafından pek de hoş görülmediğini işitiyoruz.
Kosova, ABD ve BM’nin egemenliğine girdikten sonra ülkede kültürden, demografiye kadar birçok değişim yaşanmış. Prizren, kesin olarak Osmanlı himayesine girdiği 15. yüzyıldan 1999’daki savaşa ve ardından kurulan ABD / BM egemenliğine kadar Türk kimliği ile şekillenmiş ve bu kimlik ile tanınmış bir şehir idi. Günümüz Kosova’sında Türklerin hala en yoğun olarak yaşadığı şehirlerden biri Prizren olsa da şehirdeki Türk nüfusu %20’ye kadar düşmüş halde. Kosova Savaşı’ndan sonra civardaki köylerden göç eden Arnavutlar demografik yapıda büyük bir değişikliğe sebep olmuş ve şehirde %60’dan fazla bir nüfus oranına kavuşmuşlar. Ancak Türk toplumu günden güne daha fazla örgütlenmeye ve haklarını daha güçlü bir şekilde savunmaya başlamış. Türklerin çıkardığı gazete ve dergilerin, Türkçe yayın yapan televizyon ve radyo kanallarının sayısı her geçen gün artıyor. Aynı şekilde Türklerin kurduğu siyasi partilerin sayısı da artmakta. Şuanda Kosova’da birden çok Türk partisi faaliyet gösteriyor. Hem Türk toplumu ve sivil toplum örgütleri hem de Türk siyasi partileri için Prizren bir merkez olma özelliği taşımakta. Örneğin Kosova’daki Türk partilerinin en eskisi olan Kosova Demokratik Türk Partisi’nin merkezi başkent yerine Prizren’de bulunuyor. Türkiye’nin bölgeye ve şehre olan ilgisinin artması ve Kosova ile Türkiye’nin devlet bazında yakın ilişkiler kurması da Kosova Türklerine kolaylık sağlıyor. Şehrin belediye binasının üzerine Kosova’yı tanıyan devletlere kendi dillerinde teşekkür eden yazılar konulmuş, “Çok Teşekkürler Türkiye” yazısı da en üst sıralarda yer alıyor. Bölgeye ilişkin uluslararası siyasette Türkiye’nin pek sözü geçmese de halkın gözünde bir ağırlık ve saygı kazanılmış. Sıradan insanlarla konuştukça kurdukları siyasi denklemlere ABD / BM ve Rusya’nın ardından Türkiye’yi de dahil ettiklerine şahit oluyoruz.
Kosova’daki Türk toplumunun artan mücadelesi sayesinde çeşitli kazanımlar elde edilmeye başlanılmış. Bu kazanımlardan en önemlisi 2015 yılında çıkarılan bir yasa ile Türkçenin Türklerin yoğun olarak yaşadığı şehirlerde özel statülü dil olarak kabul edilmesi oldu. Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti döneminde, Tito’nun 1974’te gerçekleştirdiği anayasal reformlar sayesinde Kosova’da resmi dil olan Türkçe, 1999’daki savaştan sonra ülkenin yönetimini ele alan BM tarafından resmi dil olmaktan çıkarılmıştı. Türkçenin yerine ise ülkede konuşan kimsenin bulunmamasına rağmen İngilizce resmi diller arasına sokulmuştu. Şimdi bu yasa sayesinde Türkçe ülke genelinde resmi dil olmasa da Prizren ve Mamuşa gibi yoğun Türk nüfusu barındıran şehirlerde özel statü kazanarak, resmi dil gibi kullanılmaya başlandı. Artık devlet dairelerinde Türkçe ile de hizmet sunuluyor, şehirde yer alan tüm tabelalarda Arnavutça, Sırpça ve İngilizcenin yanında Türkçe de yer alıyor. Bu sayede Prizren, Kosova’da Türkçenin varlığının en çok hissedildiği şehirlerden biri olmuş. Kosovalı Türklerin yanı sıra, ülkenin turizm merkezi olan şehirdeki turistlerin çoğu da Türklerden oluştuğu için sokaklarda sürekli olarak Türkçe konuşmalar duyuyorsunuz. Şehirde bulunduğumuz süre boyunca Türkçeden başka bir dil kullanma ihtiyacımız doğmadı, aslında Türkçeden başka bir dil de pek fazla duymadık. Bu şehirde sadece Türkçe ile yaşamak mümkün çünkü şehirdeki Arnavutların da neredeyse tamamı Türkçe biliyor. Daha sonradan öğrendiğimize göre Prizrenli Arnavutlar diğer Arnavutlar tarafından “Türkçeyi sevmekle” suçlanarak pek hoş görülmezlermiş.
Prizren’i ortadan ikiye bölerek akıp giden Akdere’nin kenarında bir hostele yerleşiyoruz. Bugüne kadar çok sayıda hostelde kalmış olmama rağmen bu kadar rahat ve temiz bir hostelle daha önce karşılaşmamıştım. Tabi bunu sağlayabilmek için başka hiçbir hostelde bulunmayan bir kural uygulanıyor; hostele ayakkabı ile girmek yasak, ayakkabılar kapıda çıkarılıp terlik giyiliyor. Bu samimi hosteli Agron ve Edis isimli iki samimi kardeş işletiyor. Onlar için yolculuk boyunca tanıştığım en güzel insanlar diyebilirim. Hostele ilk geldiğimizde bizi karşılayan Agron oluyor, hemen bizi mutfağa çıkararak Kosova bozası ikram ediyor. Kendisi bu bozayı çok övse de açıkçası biz pek beğenmiyoruz, Türkiye’deki bozaya göre çok sıvı ve kıvamı yok. Boza içerken bir yandan da kendisiyle sohbet etmeye başlıyoruz. Çok daha genç göstermesine rağmen 47 yaşındaymış. Babası Arnavut, annesi ise Türkmüş. Çok iyi derecede Türkçe biliyor ve konuşmayı çok seviyor, kendisi ve ülkesi hakkında çok şeyler anlatıyor bize. Daha çok Yugoslavya ve bugünün Kosova’sı hakkında uzun uzun konuşuyoruz. Doğduğunda kendisine Ahmet ismi verilmiş ancak sosyalist rejim döneminde bu isim değiştirilmiş ve Agron ismini almış. Kendi ifadesiyle “eski Arnavut ama putperest bir kralın” ismiymiş. Daha modern bir isim olduğunu söylüyor.
Agron ismini değiştirmek zorunda kalmasına rağmen Yugoslavya’yı özlemle anıyor: “Pasaportumuz çok güçlüydü, her yere gidebilirdik, dünyanın her yerinde gördüklerinde saygı duyarlardı” diyor. O dönemle bugünün farkını soruyorum: “Yugoslavya zamanında bir sürü fabrikamız vardı, binlerce kişi çalışırdı her birinde. Her şeyi kendimiz üretirdik. Savaştan sonra BM geldiğinde tüm fabrikaları kapattı, içindeki gelişmiş makineleri Slovakya, Çekya gibi ülkelere çok ucuz fiyatlara sattı. Şimdi sadece 15-20 kişinin çalıştığı atölyeler var” diyor. Marketlerdeki ürünlerin %80’inin Makedon malı olduğunu söylüyor. Gerçekten de markete gittiğimizde ürünlerin neredeyse tamamının Makedon veya Sırp malları olduğunu, tek tük de Türk malları bulunduğunu gördük. Agron, Yugoslavya döneminde üretilen malların ne kadar kaliteli olduğundan da bahsediyor. 20-30 yıldır giydiği pantolonları hala kullanabiliyormuş. Yugoslavya malı mini buzdolabını gösteriyor, 30 yıldır kullanıyormuş “ufak tefek arıza yapıyor ama tamir ediliyor” deyip gülüyor. Sonra çekmeceden kırmızı bir cezve çıkararak altındaki “Made in Yugoslavia” yazısını gösteriyor, turistlerin ilgisini çekiyor bunlar diyor. Özellikle Yugoslavya dönemindeki sağlık hizmetlerini çok övüyor; ne için olursa olsun hastaneler bedavaymış. Yugoslavya’da tedavi görmek mümkün değilse bile devlet hastayı yurtdışına gönderir, yanına da birini almasına izin verip ona da para ödermiş. “Şimdi ise babamın 3 damarı kapalı 10 bin Euro lazım tedavi için, mümkün değil o kadar para bulmak” diyor. Yugoslavya döneminde Müslümanlar üzerinde baskı var mıydı diye soruyorum, yasak yoktu diyor. “Camiler açıktı isteyen gidiyordu, insanlar ibadetlerini ediyordu ama gündelik yaşama yansıtmak biraz sıkıntılıydı, sünnet yapılırdı ama düğünü gizli olurdu mesela” diyor. Peki ya Arnavutluk’un Enver Hoca’sı, onun hakkında ne düşündüğünü soruyorum. Yaptığı iyi şeyler de vardı kötü şeyler de diyor. Tüm parayı bunkerlere harcadığından ve halkı aç bıraktığından bahsediyor. Ülkedeki Sırplarla olan ilişkilerini soruyorum. Çoğunun gittiğini, şimdi pek sıkıntı yaşanmadığını sadece Mitrovica civarında kavgalar olduğunu söylüyor. Agron’la sohbetimiz konudan konuya atlayarak devam ediyor.
Bir süre sohbete devam ettikten sonra Agron da bizimle birlikte hostelden çıkıyor. Gerek olmadığını söylememize rağmen hostelini boş bırakarak ve üşenmeden 10-15 dakika boyunca bizimle birlikte yürüyerek, nerede ne var, neler görülmeli, nerede yemek yenilir, her şeyi hızlıca anlatıyor. “Hostele döndüğünüzde de Türk kahvesi içeriz” diyor ve ayrılıyor. Daha sonra kardeşi Edis’le de tanışıyoruz. Edis de abisi kadar iyi ve samimi bir insan. Sokakta her karşılaştığımızda halimizi, hatırımızı, bir sorunumuz olup olmadığını soruyor ve muhabbet etmeye başlıyor. O da abisi kadar sohbet etmeye düşkün biri. Eğer Prizren’e bir kere daha gideceksem en büyük sebebi bu insanlarla tekrar karşılaşmak için olacaktır.
Şehri, merkezinde bulunan tarihi bölgesinden itibaren gezmeye başlıyoruz. Şirin ve huzur dolu bir şehir Prizren. Akdere’nin kenarına kurulmuş tarihi bölgenin yanı başında bir tepe yer almakta ve tepede ise Prizren kalesi bulunmakta. Güzel tarihi konakların yer aldığı sokaklardan geçerek çıkılan kaleden şehrin tamamı görülebiliyor. Ancak kale, çok kötü bir restorasyon yüzünden tarihi vasfını yitirerek taş ve beton yığınından oluşan bir kale taklidine dönüşmüş halde. Tarihi fotoğraflarda kalenin içinde yer aldığı görülen cami ise yeniden inşa edilmemiş. Prizren tarihi eser bakımından Priştine’ye kıyasla çok zengin bir şehir, özellikle Osmanlı’dan kalma eserler şehrin her yanına yayılmış halde. Akdere’nin üzerindeki Osmanlı eseri Taş Köprü aynı zamanda şehrin sembolü olmuş durumda. Lakin bu köprü de asıl tarihi köprünün kendisi değil. 1979 yılındaki selde yıkılan köprünün yerine 1982 yılında aslına sadık kalınarak inşa edilmiş. Taş Köprü şehrin tarihi meydanı olan Şadırvan Meydanı’na açılıyor. Meydan ismini ortasında bulunan ve Şadırvan olarak adlandırılan bir Osmanlı çeşmesinden almış. Şehirdeki en büyük cami ise meydanın biraz ötesinde bulunan Osmanlı’dan kalma Sinan Paşa Camii. Cami yakın zamanda Türkiye (TİKA) tarafından restore edilmiş ve imamı da Türkiye’den Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından gönderilmeye başlanmış. Bu sebeple camideki hutbeler ve vaazlar Türkçe verilmekte. Prizren’deki en eski Osmanlı camisi olan Suzi Çelebi Camisi ise yine Akdere’nin kenarında ama meydana uzak bir noktada bulunuyor. Osmanlı’dan kalma Namazgah ise Kosova’da görevli Türk Tabur Komutanlığı tarafından restore edilerek yok olmaktan kurtarılmış. Halveti Tekkesi de şehirde görülmesi gereken yerler arasında.
İslam inancı, Balkanlar’a 15. yüzyıldan sonra tarikatlar yolu ile yayılmıştı. Bu tarikatların çoğu ise tasavvufi tarikatlar olup içlerinde Bektaşiler ağırlıktaydı. Bugün dahi bölgedeki Müslümanların çoğu Bektaşi’dir. İslam’ı Balkanlar’a yayan bu tarikat ve tekkeler bugün de Balkanlar’da varlıklarını sürdürmeye devam ediyor. Prizren’de olduğu gibi birçok Balkan şehrinde farklı farklı tarikatlara ait tekkelere rastlamak mümkün. Priştine’den sonra Prizren’deki müzelerin de hepsi kapalıydı. Biz Kurban Bayramı sebebiyle olduğunu düşünsek de daha sonra her zaman kapalı olduklarını öğrendik. Şehrin en etkileyici yapılarından biri olan Our Lady of Ljevis Kilisesi veya diğer adıyla Cuma Camii de ziyarete kapalı olan yerlerden biri. Doğu Roma İmparatorluğu’ndan kalma ve Doğu Roma mimarisinin şehirdeki temsilcisi olan yapı, şehrin Osmanlı İmparatorluğu tarafından fethinden sonra camiye çevrilmiş. Fatih Sultan Mehmet’in burada kılmış olduğu bir Cuma namazıyla camiye çevrilmesi sebebiyle Cuma Camii olarak adlandırılmış. Osmanlı’nın şehirden 1912 yılında çekilmesine rağmen 1918 yılına yani I. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar camide ibadete devam edilmiş. 1923 yılında ise yapıya Osmanlı tarafından eklenen bütün ilaveler yıkılarak tekrar kiliseye dönüştürülmüş. Bugün ise yapı ibadete ve ziyarete kapalı bir halde. 1999’daki savaş ve 2004’teki iç karışıklıkların ardından yapının kilise olarak kullanımı son bulmuş. Bina, 2004 olaylarında zarar görse de en azından tamamen yıkılmaktan kurtarılmış ve o günden beri de akıbeti belirsiz bir şekilde beklemeye başlamış.
Şadırvan Meydanı’na bakan St. George Kilisesi’ne gittiğimizde girişte bekleyen polise İngilizce ziyaret edebilir miyiz diye sesleniyorum o ise bize Türkçe “nerelisiniz siz” diye karşılık veriyor. Türkiye deyince “biz burada Osmanlı’nın mirasını 600 senedir koruyoruz” diyor. Böylece muhabbete başlıyoruz: İsmi Fadıl’mış ve Kosova Türküymüş. Türkiye’yi epey gezmiş, çocukları üniversiteyi Türkiye’de okuyormuş. Kendisi Yugoslavya döneminde Saraybosna’da halkla ilişkiler okumuş. Yugoslavya eseri eğitiminin kalitesini vurgulamak için “sen bakma polis olduğuma ben Yugoslavya üniversitelerinde okudum” diyor. Tanışma faslının ardından hemen Erdoğan’ı soruyor, sevmediğimi söyleyince uzun konuşmasına başlıyor: “Ben tüm dünyayı gezdim, çok da okudum, Rockefeller, Rothschindler, masonlar hepsini okudum, neler yapıyorlar biliyorum. Onlar Türkiye’nin büyümesini istemezler, hep tuzak kuruyorlar Türkiye’ye, karıştırıyorlar. 50’lerde bir Menderes çıktı ne yaptılar astılar, sonra Özal’a ne yaptılar zehirlediler, şimdi halkın içinden Erdoğan çıktı.” diyor ve karşı çıkmaya fırsat vermeden bu cümleleri sık sık tekrarlıyor. Bir boşluk yakalayınca “ama burada hep Amerikan Bayrakları var.” diyebiliyorum. Cevaplıyor: “Ne yapacaksın, biz bilmiyor muyuz neler olduğunu. Eskiden Prizren’de 16 fabrika vardı, 50 bin kişi çalışırdı. Savaştan sonra Avrupalılar geldi hepsini kapadı. Bir sürü banka açtılar, dernekler açtılar. Every war is bussines. Biz bilmiyor muyuz bunları, neden bu kadar banka açtıklarını bilmiyor muyuz ama ne yapacaksın Kosova küçücük bir ülke, ekonomin yoksa gücün de yok, bir şey yapamazsın. Bu halk çok gezmiş, çok okumuş bir halk, gençlerimiz çok uyanık her şeyin farkında ama ne yapacaksın. Dernekleri var bir sürü gelip bize akıl veriyorlar insan hakları, demokrasi falan. Elin Kanadalısı, Afrikalısı (zenci) gelmiş bana akıl veriyor. İçimden diyorum; yahu şu işe bak sen bana akıl verecek insan mısın? Biz bunları bilmiyor muyuz ama ne yapacaksın. Türkiye güçlenirse burası da uhuuu” diyor ama övdüğü Menderes, Özal ve Erdoğan’ın da Türkiye’de aynı liberalizasyonu yaptığının farkında değil. Yugoslavya dönemini soruyorum: “O dönem çok iyiydi, para vardı. Biz arkadaşlarla Şadırvan Meydanı’nda oturur içerdik, biri derdi ki hadi Türkiye’ye gidelim, gece saat 1-2 hemen kalkıp giderdik Türkiye’ye bir iki günlüğüne. Yunanistan derlerdi hemen giderdik çünkü para var, şimdi nerede.” Devam eden sohbet eşliğinde kilisenin bahçesinde birkaç tur atıyoruz sonra kilisenin içini de görüp oradan ayrılıyoruz. Karşıdaki hediyelik eşya dükkanlarından birine giriyoruz. İçeride doğal taştan yapılmış süs eşyaları var, Türkçe konuşan mağaza sahibine ne olduklarını soruyoruz. “Onlar Kosova’da çıkan madenler” diyor bakır ve birkaç maden daha sayıyor ve ekliyor “Avrupalılar çıkarmamıza izin vermediği için çıkartılan çok az madeni de biz ancak bu şekilde turizm için kullanabiliyoruz” diyor. “Herkesten bu tarz şikayetler duyuyorum insanlar olan bitenin farkında” diyorum. “Eee herkesin aklı var, herkes düşünüyor. Hepimiz neler olduğunu biliyoruz” diyor. Bir ülke göz göre göre sömürülüyor herkes farkında ama “ne yapacaksın”. Mağazadan çıkarken birçok yerde gördüğümüz ve burada da hediyelik bir saatin üzerinde resmi bulunan kişiyi soruyoruz. “O Adem Yaşari, bizim liderimiz, sizde Atatürk nasılsa bizde de o öyledir” diyor.
Akdere’nin kenarında sıralı olan kafelerden birine oturmuş sabahtan beri konuştuğum insanların anlattıklarını düşünürken gözüm tam karşıdaki duvarda yazan “Communism Revival” (Komünizm Canlanıyor) yazısına takılıyor. Konuştuğum herkesin Yugoslavya’yı özlemle anmasına, Tito’ya saygı duymasına ve Yugoslavya’nın dağılma sürecinde yaşanan acıların sosyalizm yüzünden değil onu katleden Sırplar yüzünden yaşandığının farkında olmasına rağmen sosyalizmin buralarda tekrar canlanabilmesi bugün için hayal gibi duruyor. Aslında insanlar yaşanan her şeyin, ülkelerinin nasıl sömürüldüğünün farkında ama güçsüz ve bıkkınlar. Batılılar ise ipleri sıkı sıkıya ellerinde tutuyor.
Şehirde geceleri yapılacak çok bir şey olmadığından, kendimize uğraş arıyoruz ve 1 Euro karşılığında turistlere şehir turu attıran vagonlu bir araca biniyoruz. Aracın turistik bölgelere girmesi fizikken mümkün olmadığından turistik bölge dışındaki mahalleleri dolaştırıyor ve istemeden de olsa aslında gerçekleri gösteriyor. Turistik bölgenin dışında kalan şehrin bakımsızlığını ve fakirliği görüyoruz. İstanbul’daki en fakir semtlerin bile burası karşısında ne kadar gelişmiş olduğunu düşünüyoruz. Ancak tüm bu fakirlik ve bakımsızlığın içinde bankalar ışıl ışıl ve modern tasarımlarıyla dikkat çekiyor. Fadıl amcanın sözlerini hatırlıyorum: “Fabrikalarımızı kapattılar, bir sürü banka açtılar. Biz bunları bilmiyor muyuz ama ne yapacaksın.” Turun devamında ABD ve NATO için dikilmiş birer anıt daha görüyoruz. Ayrıca şehirde Barış Gücü’ne bağlı Alman askerler görev alıyormuş, onların da araçlarını görüyoruz. Subayları ise Şadırvan Meydanı’ndaki bir restoranda ziyafetteler.
Oturduğumuz bir kafede, Edis’le karşılaşıyoruz. Her karşılaştığımızda olduğu gibi yine yanımıza gelip hal hatırımızı soruyor ve yine muhabbete başlıyoruz. Bir ara herkesin Türkçe bilmesinden konu açılıyor. Doğruluğunu bilmiyorum ama şehirdeki herkesin Türkçe’yi sonradan öğrendiğini söylüyor, Osmanlı’dan kalan Türkçe diğer dillerle çok karışmış, “duysanız anlamazsınız” diyor. Kendisine Kosova Savaşı’nı sorduğumda “Burada pek savaş olmadı, olanı da gerilla tarzıydı, Prizrenliler de savaşa pek katılmadı” diyor. Aynı soruyu kilise önünde muhabbet ettiğimiz polis memuru Fadıl’a da sormuştum o da “yok burada pek bir şey olmadı” deyip geçiştirmişti. Biz bile Türkiye’de Kosova’da savaş var diye hop oturup hop kalkarken buradaki insanların sessizliği beni biraz şüphelendirmişti. Bu sessizliğin arkasında mahcubiyet olabileceğini sonradan fark ettim. Prizren’de 10 tane kilise bulunmakta. Kosova Savaşı’nda değil ama ardından, 2004 yılında Sırplarla Arnavutlar arasında yaşanan çatışmalar sırasında bu 10 kilise de Müslümanlar tarafından yakılıp, yıkılmış. Tüm Sırplar da şehri terk etmek zorunda bırakılmış, evlerine el konulmuş şimdi o evlerin çoğu kafe, bar veya restoran olarak kullanılıyor. Kutsal Kurtarıcı Kilisesi de Müslümanlar tarafından basılıp yakılan kiliselerden biri. Prizren Kalesi’nin bulunduğu tepe üzerinde yer alan kilisenin bahçe kapısı kilitli tutuluyor. İçeri girme çabamızı gören muhtemelen Sırp olan yaşlı bir görevli yanımıza geldi. Sadece ziyaret etmek istediğimizi anlayınca kapıyı açıp içeri aldı bizi. Kilisenin çatısı tamamen çökmüş halde duvarlarda ise mermi izleri hala duruyor. Apsisteki alçı ile kapatılan deliklere bakarken yaşlı görevli yanımıza gelip yarım yamalak Türkçesi ile “savaşta oldu” dedi ve ellerini makineli tüfekle ateş edermiş gibi hareket ettirerek içerideki fresklerin tarandığını, deliklerin de o yüzden olduğunu anlatmaya çalıştı. Kilise’nin ne zaman restore edileceğini sorunca, para olmadığını BM ne zaman para verirse o zaman yapılacağını söyledi.
Prizren Arnavut tarihi için oldukça önemli şehirlerden biri. Arnavutlar’ın milli bilincinin gelişmeye başladığı ve Osmanlı’ya karşı ilk örgütlenmelerin gerçekleştiği bir şehir. İlk kurulan Arnavut milliyetçisi örgüt Prizren Birliği veya o dönemki adıyla Prizren İttihat Cemiyeti bu şehirde kuruldu. İlk toplantılarını da 10 Haziran 1878’de Mehmet Paşa (Bayraklı) Camii’nde gerçekleştirdiler. Örgütün kurulduğu 1878 yılı sıradan bir tarih değil. Balkan gezimiz boyunca sürekli olarak karşımıza çıkan ve bu toprakların bugününü bile etkileyecek şekilde tüm kaderini değiştiren Berlin Kongresi ve akabinde imzalanan Berlin Antlaşması’nın tarihi. Yani 93 Harbi’nde Osmanlı’nın aldığı ağır yenilginin ardından bu coğrafyayı Ruslara kaptırmak niyetinde olmayan Batılı devletlerin araya girmesi ile iptal olan Ayestefanos Antlaşması yerine imzalanan antlaşma. Alınan bu yenilgi ve diplomasi hezimeti sebebiyle Osmanlı’nın bu coğrafyadaki varlığı son bulmuş ve neredeyse Balkanlar’daki tüm topraklarını kaybetmiştir. Antlaşma o derece ağırdır ki; Bulgaristan Osmanlı’dan ayrılmıştır, Bosna-Hersek ve Doğu Rumeli özerk hale gelmiştir, Niş Sırbistan’a, Teselya Yunanistan’a, Dobruca Romanya’ya, bazı kazalar da Karadağ’a bırakılmıştır. Hatta Kars, Ardahan, Artvin ve Batum Ruslara, Van’ın bir bölümü İran’a, Kıbrıs ise İngiltere’ye verilmiştir.
Osmanlı toprakları parçalanırken hiç bir pay kapamayan grup ise Müslüman olmaları sebebiyle Batılıların görmezden geldiği Arnavutlar olmuştur. Arnavutların yaşadığı coğrafya çeşitli ülkeler arasında paylaştırılmıştır. Teslim bayrağını çekmiş, yüzyıllar boyunca anavatanı olarak gördüğü topraklar elinden kapış kapış alınan bir imparatorluğun çöküşünde oluşan karmaşa ortamında Arnavutlar da kendilerine bir vatan kazanabilmek için milliyetçi örgütlenmelere başlamışlardır. Bugün kendilerine ait 2 ülke bulunsa da diğer komşu ülkelerde de çok sayıda Arnavut yaşamakta. Arnavutların milli bilinçlerinin çok canlı olduğu kolayca fark ediliyor. Örneğin Kosova’da, Kosova Bayrağı’ndan çok Arnavutluk Bayrağı bulunmakta. Priştine’de resmi binaların önünde Kosova Bayrakları görmek mümkündü ama evlerde, sokaklarda ve dükkanlarda sadece Arnavutluk Bayrağı asılıydı. Prizren’de ise neredeyse hiç Kosova Bayrağı bulunmuyor, sadece Arnavutluk bayrakları var. Arnavut Kartalı yine baktığınız her yerde, yine sokaklar Arnavut Kartalı’nı dövme, çıkarma veya bayrak olarak satan seyyar satıcılarla dolu. UÇK liderlerinin resimleri dükkanlarda asılı, heykelleri ise şehirde bolca bulunmakta. İnsanlar minnetlerini göstermek için bu heykellerin dibine gün içinde birçok çiçek bırakıyor. Hostel’de Agron’a ileride Kosova Arnavutlukla birleşir mi diye soruyorum. Yok diyor; “Ne dış dünya izin verir, ne de biz isteriz. Onlar çok kapalı yıllarca baskıcı rejim vardı hala açılamadılar. Rejim yıkıldığında bir geldiler hala rejim kurulduğunda olan uzun favorileri duruyordu, dünyadan haberleri yoktu.” diyor. Aynı soruyu polis memuru Fadıl’a da sormuştum. “Arnavutlar Osmanlı döneminde birlik halindeydiler. Berlin Antlaşması’ndan sonra çok dağıldılar, birbirlerinden koptular, bugün hala kopuklar, birleşmeleri çok zor.” demişti. 1878 Berlin Antlaşması’nın sonuçları bu coğrafyada hala çok canlı ve gittiğimiz her şehirde bir şekilde karşımıza çıkmaya devam etti.
Prizren; tarihi, siyasi veya ekonomik durumu ne olursa olsun yine de insana huzur veren bir şehir. Akdere boyunca yürüyerek Şadırvan Meydanı’na varmak oradan da Kale’ye çıkarak şehri izlemek yapılabilecek en güzel aktivite. Sabah erken saatlerde Şadırvan Meydanı’ndaki köfteciler köftelerini pişirmeye başlıyorlar. Bu ülkede kahvaltı kültürü yok. Sabah olsun akşam olsun köfte, börek ve pizza dışında yiyebilecek neredeyse hiçbir şey olmadığından şehirde kaldığımız süre boyunca her öğünde bunları yiyoruz. Tatlılar ise ana yemeklere göre daha çeşitli ama tavsiyem kesinlikle trileçeden yana olur. Çay ise Kosova’da pek rastlanabilecek bir içecek değil. Priştine’de bulmak imkansızdı, Prizren de ise zor da olsa bulunabilir ama içilemeyecek kadar kötüler. Neyse ki Agron’un göstermesi sayesinde Türk usulü çay yapan bir kahvehane buluyoruz.
Prizren küçüklüğüne oranladığımızda kültürel faaliyetleri yoğun denilebilecek bir şehir. Prizren Kalesi’nde senede bir Balkanların en büyük film festivali gerçekleştiriliyor. Ayrıca düzenli olarak devam eden bir de belgesel festivalleri var. Doğa yürüyüşleri, rafting, kışın ise çeşitli kış sporları yapılıyor. Şehrin sokaklarında Priştine’deki manzaranın aksine hiç polis görülmüyor ama NATO asker ve subaylarına rastlamak mümkün. Şehirdeki insanlar özellikle Türk olduğunuzu duyunca size karşı daha kibar ve içten davranıyor ancak gördüğümüz kibarlığın aksi yönünde şikayetler de duymadık değil. Genç erkeklerin kızlara çok laf attığından yakınılıyor mesela. Bize bunu anlatan kişi “ama daha çok Arnavut gençler, Türklerden çok çıkmıyor öyle” diye de belirtiyor. Yerel halk artık turistlere alışmış ancak yine de Uzakdoğulular ilginç geliyor olsa gerek onlara tip tip bakan ve inatla sohbet etmeye çalışanlar çokmuş. Bu ilgi bazen rahatsız edici davranışlara da dönüşebiliyormuş. “Çan çin çon, Bruce Lee, Jackie Chan” gibi laflar atan çok oluyormuş. Çin’in Kosova’yı tanımaması ve Sırbistan’a yakın olmasının da bunda etkili olduğu söyleniyor. Konuştuğumuz kişi bir gün Koreli’ye laf atan bir taksiciye “İşte bu yüzden sen taksicisin ama bak o dünyayı geziyor” diye karşılık verdiğini anlatıyor.
Turizm sezonu henüz başlamamış olmasına rağmen şehirde pek çok turist vardı. Sezon içerisinde ise çok daha kalabalık olduğunu, tüm mekanların dolup taştığını öğreniyoruz. Turistler tarihi bölge dışına pek çıkmıyorlar. Zaten onlar için şehrin geri kalan fakir ve bakımsız kısmında görülmeye değer pek bir şey de yok. Şadırvan meydanı ve hemen arka tarafındaki kafe ve barlar bölgesi gece yarısına kadar dolu oluyor. Turistler kadar Prizrenli gençler de burada takılıyor. Dikkatimizi çeken bir ayrıntı ise kızlı erkekli arkadaş gruplarının yokluğu oluyor, hem gün içerisinde şehirde ve okul önlerinde hem de geceleri kafe ve barlarda gördüğümüz arkadaş grupları ya sadece kızlardan ya da sadece erkeklerden oluşuyordu. Toplumsal yaşamda dini etkinin çok fazla olmadığını ve kadınların da çekingen veya sosyal yaşamdan izole edilmiş olmadıklarını, bu durumun küçük ve henüz dış dünyaya çok açılmamış bir toplumun geleneksel gündelik yaşamından kaynaklandığını öğreniyoruz. Gerçekten de başkentteki gibi burada da kamusal alanda dini izler görmek pek mümkün değil. Başörtülü kadın gördüğümüzü hiç hatırlamıyorum. Sarıklı, takkeli, şalvarlı erkekler de hiç yok. Kurban Bayramı olmasına rağmen okullarda eğitim devam ediyordu. Sokaklarda dini referanslı sembollere, heykellere veya uygulamalara rastlamak da mümkün değil. Bunun belki tek ve güzel bir istisnası; ilk olarak Priştine’de gördüğümüz ve Prizren’de çok daha yaygın bir şekilde var olan bir uygulama. Ölen kişiler için hazırlanan ölüm ilanları şehrin çeşitli yerlerindeki panolara, ağaç veya duvarlara asılıyor. Yerli halk ise gelip geçerken bu ilanlara göz atıyor. İlanlarda kişinin resmi ve hakkındaki bazı bilgiler yer alıyor. İsimlerin ortasına parantez içinde değiştirilen eski isimler veya lakaplar da yazılıyor. Bize oldukça ilginç gelen bu uygulamaya ileride ziyaret edeceğimiz tüm şehirlerde rastlayacağız.
Kaldığımız hostelde birçok yeni insanla tanıştık, onlar da yolda olan gençler. Yalnız içlerinde nasıl zayi olmadan buralara kadar gelebildiklerine şaşırdıklarımız da var. Örneğin hiçbir elektronik eşyayı kullanmayı bilmediğinden otobüs saatlerine internetten bakamayan ve otogarda asılı hareket saatlerini de kontrol etmeyi akıl edemediğinden otogara git gel yaparak deneme yanılma yoluyla gideceği şehrin otobüsünü yakalamaya çalışan bir Türk’le tanıştık. Birlikte seyahat eden iki Türk arkadaşın ise gezdikleri coğrafya hakkında hiçbir bilgileri olmadığına şaşkınlıkla şahit olduk. Hangi şehrin nerede ve ne tarafta olduğuna dair hiçbir fikirleri yoktu. Muhtemelen haritaya bile hiç bakmadan geziyorlardı ki rotalarını anlattıklarında Balkanların içinde bir o tarafa bir bu tarafa zik zak çizip durduklarını farkettik. Sadece uyumak için geldikleri Prizren’den şehri hiç gezmeden ayrılıp gittiler. Bu insanların yola çıkabilmiş olduklarını görünce insan “ne cesur kişiler var” demekten kendini alamıyor. Bir ara odamızın nüfusu 5 Türk’e kadar çıktı. Bu ortama bir de Krauzbergli Alman dahil oldu. Berlin’in “Küçük İstanbul” olarak adlandırılan Türk mahallesi Krauzberg’ten gelen Alman “burası yaşadığım mahalleye benziyor” diyerek aramıza karışmakta zorluk çekmedi.Prizren, birçok yeni insanla tanıştığımız, onları tanıdıkça ve şehrin güzelliklerini de gördükçe keyif aldığımız, huzur bulduğumuz bir şehir oldu. Diğer yandan ise siyasi ve sosyal gerçeklerle karşılaştıkça hüzün ve sinir de bize eşlik etti. Oysa hüzün ve siniri yolculuğumuzun bir sonraki ayağı olan Üsküp’te çok daha yoğun bir şekilde yaşayacağımızdan henüz habersizdik. Prizren’den ayrılarak Makedonya, Üsküp’e doğru yola çıktık.
Bu yazı yorumlara kapalı.