23 Aralık 1876, Haliç Tershanesi’ndeki Bahriye Nezareti’nde İngiltere, Fransa, İtalya, Avusturya-Macaristan, Almanya, Rusya ve Osmanlı heyetleri toplantı halindedir. Konu Osmanlı’nın Balkan toprakları ve büyük devletlerin bu topraklar üzerindeki çıkarlarıydı. Batılı devletler ile Rusya arasında kıyasıya bir mücadele beklenirken Osmanlı heyeti garip bir şekilde sakindi, sanki bir şey bekleniyor gibiydi. Nitekim konferansın açılış oturumunda dışarıdan ardı ardına patlayan top sesleri işitilmeye başlandı. Herkes pencerelere üşüşmüş ne olduğunu anlamaya çalışırken Osmanlı heyetine liderlik eden Hariciye Nazırı Saffet Paşa ayağa kalkarak söz aldı: “İşitilen bu top sesleri bütün Osmanlı ülkesinde Kanun-i Esasî’nin ilanını haber vermektedir. Bu dakikadan itibaren Türkiye hükümet-i meşruta sırasına dahil olmuştur.” diyerek heyetiyle birlikte toplantıyı terk etti.
Kısa Süren Bahar
Osmanlı monarşisi iç ve dış baskılara dayanamamış Jön Türklerin yıllardır savunduğu fikre gelmişti. Buna göre meşrutiyet idaresine geçilip ülkedeki tüm dini ve etnik kesimlerin temsil edileceği bir meclis açılıp herkesin hakkı bir anayasa ile garanti altına alınırsa sadece ülkede iç huzur sağlanmakla kalınmaz, aynı zamanda büyük devletlerin Osmanlı’nın iç işlerine müdahale etme gerekçesi de ortadan kaldırılmış olurdu. Bu düşünceyle kısa bir süre önce; Genç Osmanlılar Cemiyeti’nin başındaki isim olan Mithat Paşa sadrazamlığa getirilmiş ve konferans kararlarından önce meşrutiyetin ilan edilmesi planlanmıştı. Ancak meşrutiyetin ilanı büyük devletler nezdinde umulan etkiyi yaratmadı. Konferansta tek mutlak monarşi ile yönetilen ülke olarak kalan Rusya sert bir tepki verdi; Rus sefiri “Avrupa’da parlamentosu olmayan tek ülke olma ayıbını biz taşıyamayız, bu Babıali’ye pahalıya mal olacaktır,” diyerek tepkisini gösterdi.
Diğer Batılı devletlerin temsilcileri ise Osmanlı’nın bu küçük şovunu pek umursamadı; Osmanlı heyeti ayrılmış olmasına rağmen konferans kaldığı yerden devam etti ve yeni ıslahat dayatmaları kabul edildi.
Konferansta alınan kararlar yeni açılan Osmanlı Meclisi’nde ateşli nutuklarla reddedildi. Bunun üzerine daha konferanstayken “bu Babıali’ye pahalıya mal olacak” diyerek rengini belli eden Rusya 24 Nisan 1877 tarihinde Osmanlı Devleti’ne karşı savaş ilan etti. 93 Harbi olarak anılan bu savaş Osmanlı Devleti için felaketle sonuçlanacaktır. Savaş iç siyasette de etkilerini gösterir. Sultan II. Abdülhamit savaşı gerekçe gösterip Kanun-i Esasî’de belirtilen yetkisini kullanarak Meclis’i tatil eder ve Anayasa’yı askıya alır. Böylece ülkeyi Yıldız Sarayı’nda kurduğu dar kadro vasıtasıyla mutlak bir otoriteyle yönetecek olan II. Abdülhamit’in 30 yıl sürecek olan istibdat dönemi başlıyordu. Jön Türklerin hayali, siyasi olarak çalkantılı ve zor bir dönemde sadece 14 ay hayatta kalmayı başarabilmiştir. O güne kadar Osmanlı’da meşrutiyetin olmamasından yakınan Batılı devletler meşrutiyetin ilan edilmesiyle birlikte Osmanlı’nın siyasi birlik ve düzene tekrar kavuşabileceği endişesiyle meşrutiyet karşıtı kesilmişlerdi. İçeride de başta şeyhülislam olmak üzere ilmiye sınıfı, savaştaki yenilgi yüzünden mecliste eleştirilen ve hesap sorulan paşalar, düzenli bir vergi ve maliye sistemini kendileri için tehlikeli gören Galatalı bankerler, bürokrasinin tutucu kesimleri Meşrutiyet’e karşı tavır almışlardı. Bunca düşman karşısında Meşrutiyet kendini koruyacak liberal milli bir burjuvaya sahip değildi. Nihayet bir avuç Jön Türk’ün çabaları onu kurtarmaya yetmedi.
“Vatan Mahzun, Ben Mahzun”
“Ölürsem görmeden millette ümit ettiğim feyzi,
Yazılsın seng-i kabrimde vatan mahzun, ben mahzun.”
2 Aralık 1888 günü, 48 yaşında hayata gözlerini yuman Namık Kemal ardında vasiyet olarak bu mısraları bıraktı. Jön Türklerin en büyük fikri önderi istibdadın 10. yılında “hürriyet”e tekrar kavuşamadan vefat edince vasiyetine uygun olarak mezar taşına da bu mısralar yazıldı. 1865 yılında Belgrad Ormanı’nda gizlice buluşan Namık Kemal ve beş arkadaşı burada ettikleri yeminle hürriyet mücadelesini başlatmıştı. O gün olduğu gibi ömrünün kalanında da fikri mücadeleyi savundu. Gazeteler çıkardı, makaleler yayınladı, kitaplar yazdı. Vatan piyesinin sergilendiği gece İstanbul halkını “Yaşasın vatan, yaşasın hürriyet!” nidalarıyla sokaklara dökmeyi başardı. Ardından sürgünler gördü, zindanlara atıldı. Mücadeleyi İstanbul’dan Paris’e oradan Viyana’ya sonra tekrar İstanbul’a taşıdı. Öldüğünde ardında vatan, millet ve hürriyet kavramlarını miras olarak bıraktı. Onun fikirleri, vatan ve hürriyet aşkı ardından gelecek olan Jön Türklerin ve Cumhuriyet devrimcilerinin şiarı oldu. Mustafa Kemal onun kendisine olan tesirini şöyle açıklayacaktı: “Bedenimim babası Ali Rıza Efendi, hislerimin babası Namık Kemal, fikirlerimin babası ise Ziya Gökalp’tır.“
Abdülhamit istibdadı Jön Türklerin daha önce mücadele ettikleri Abdülaziz’e bile rahmet okutmuştu. “Yıldız rejimi” veya “mabeyn hükümeti” olarak da adlandırılan istibdat döneminde tüm idari yetkiler Abdülhamit’te toplanmış sadrazam ve nazırlar hiçbir konuda söz söylemeye dahi yetkisi bulunmayan basit birer memur konumuna düşmüştü. Öyle ki; artık göstermelik bir makama dönüşen sadrazamlığa bile bazı şahsiyetler kendi istek ve onayları dahi olmadan Abdülhamit’in kararıyla atanıyordu. Yargı sürekli olarak denetim ve yönetim altında tutuluyor, atanacak hakim ve savcılar Saray’da belirlendiği gibi davaların gidişatına bile müdahale ediliyordu. Kurulan jurnal ve hafiye ağı tüm halkı Abdülhamit’in paranoyaklığına taşımıştı. İş öyle bir boyuta varmıştı ki komşu komşuyu, evlat babayı ihbar eder haldeydi. Kimin birisiyle bir sorunu varsa hemen onun hakkında padişaha yönelik bir jurnal uyduruyordu. Babasıyla sorunu olan bir adamın verdiği “babam evin bodrumunda gizli işler çeviriyor, sanırım saraya tünel kazıp padişahımıza suikast düzenleyecek” gibi komik jurnaller bile toplanıyor tek tek okunup, soruşturuluyordu. Sansür gazetelerin rutini haline gelmişti. Her gazete, sabah basılmadan önce Sansür İdaresi’nin denetiminden geçmek zorundaydı. Sansür İdaresi gerekli gördüğü yerleri beyaz kağıt ile sansürledikten sonra gazete nüshasını geri teslim eder ve gazete ancak bu haliyle basılabilirdi. Gazetelerini açan Osmanlı halkını sıra sıra beyaz sütunlar karşılardı.
Sansürün gazabına uğramak için illaki muhalif haberlere yer vermeye gerek yoktu. Örneğin Hamidiye suyunun İstanbul’daki çeşmelere verilmesi sebebiyle hazırlanan bir haberin görselinde çeşme başında şükür duası eden bir adamın resmini kullanan Servet-i Fünun Gazetesi’nin yapılan icraatı olumlayan bu haberi de, kullanılan resmin “işimiz duaya kaldı” şeklinde yorumlanabilecek olması sebebiyle sansürlenmişti. Haberin içeriği fark etmeksizin yasaklı kelimeleri kullanmış olmak da sansürü tatmak için yeterliydi. Gazetelere liste halinde bildirilen yasaklı kelimeler saymakla bitmez; birkaç örnek verecek olursak: Kanun-i Esasî, vatan, millet, hukuk-ı millet, ıslahat, hürriyet, müsavat, cumhuriyet, bomba, dinamit, Ermenistan, Girit, Makedonya, zulüm, adalet, Sultan Murat’ı akla getirdiği için deli ve birader, Saray’ı akla getirdiği için yıldız ve tepe, “hasta adam”ı akla getirdiği için hasta, Abdülhamit’in boyalı sakalı ve kemerli burnunu akla getirdiği için sakal, boyun ve burun, kardeşinin ismi olan Reşat, hal’etmek fiiline benzediği için halletmek, “tahtın kurusun” dileğine ses bakımından benzediği için tahtakurusu vb. Tüm bu yasaklı kelimeleri kullanmadan haber yazabilmek başlı başına ayrı bir beceri istiyor çoğu zaman da imkânsız bir hal alıyordu. Bu yüzden İran ve Rusya’daki meşruti devrimler gazetelerde haber olamadı. Suikast sonucu öldürülen Fransa Cumhurbaşkanı Carnot, ABD Başkanı McKinley ve Avusturya İmparatoriçesi sırasıyla kalp durmasından, şîrpençeden ve göğüs darlığından ölmüş olarak gösterilmek zorunda kalındı. Burun kelimesi yasaklı olduğundan haritalar için yeni bir coğrafi terim üretilerek “çıkıntı” kelimesi kullanıldı. Tiyatrolar da sansürden kaçamıyordu. Kral Oidipus, Kral Lear, Hamlet ve Macbeth gibi kralların tahttan indirildiği veya Cyrano de Bergerac gibi büyük burunlu aktörlerin rol aldığı oyunlar yasaklıydı.
Abdülhamit dönemi dış siyasetinde de işler pek iyi gitmiyordu. Toprak kayıpları sürekli olarak devam ediyor. Osmanlı’nın toprak bütünlüğünü koruma politikasından vazgeçen İngiltere ve Rusya arasındaki çekişme Osmanlıyı git gide sıkıştırıyordu. Bu durumda kendine biraz hareket alanı açmak isteyen Abdülhamit İslamcılığa sarıldı. Tanzimat’tan beri devlet politikası olarak görünürlüğü silinmeye çalışılan dini argüman ve öğeler yeniden gün yüzüne çıkarıldı, tekke ve zaviyeler ihya edildi, tarikatlar güçlendirilerek hayatın her alanında egemen kılındı, tüm ülke mistik bir havaya büründürüldü. Bu sayede ülke içerisindeki sorunlar halka unutturulurken hem Osmanlı hem de dünya Müslümanları nezdinde Batı karşısında dik duran güçlü bir İslam halifesi imajı yaratıldı.
Jön Türkler Yeniden Örgütleniyor
Abdülhamit’in koyu istibdadı ilk başta tüm muhalif yapı ve düşünceleri ezdi geçti. Ancak uzun süren istibdat yönetimi içten içe yeni bir muhalefet ve yeni bir mücadele şeklini hazırlıyordu. Abdülhamit rejimi tüm baskıcı yönlerine rağmen kendini ve devleti ayakta tutabilmek için kurumsal modernleşmeye önem veriyordu. Bu amaçla Batılı tarzda eğitim veren askeri ve sivil birçok modern okul açılmıştı. Bu okullarda okuyan öğrenciler dünyayı daha iyi gözleyebiliyor, aydınlanmacı ve yeni fikirlerle tanışıyordu. Özellikle tıp eğitiminin pozitivist niteliği biyolojik ve materyalist bir dünya görüşünü gençlerle tanıştırıyor onları tutucu fikirlerden uzaklaştırıyordu. Nitekim; Tıbbiye-i Şahâne Mektebi (Askeri Tıp Okulu) yeni örgütlenmelerin beşiği oldu. İlk örgütlenmeyi 1889 yılının Mayıs ayında İttihad-ı Osmanî adı altında toplanan gençler oluşturdu. Onlar da tıpkı 1865 yılında İttifak-ı Hamiyet örgütünü kuran ilk kuşak Jön Türkler gibi İtalyan milliyetçi ve halkçılarının kurduğu Carbonari örgütünün hücre yapılanmasını örnek aldılar. Tıbbiyelileri, Harbiyeliler takip edecekti, hürriyet fikirleri kısa sürede oraya da sıçradı.
İttihad-ı Osmanî adı altında örgütlenen öğrenciler derslerde özgürlükçü ve akılcı bir dünya görüşüyle tanışıyor, el yazısıyla çoğalttıkları Namık Kemal’in yasaklı şiirlerini el altından yayarak okuyorlar, gizli toplantılar düzenleyerek neler yapabileceklerini konuşuyor, bir yandan da örgütlerine yeni insanlar kazandırmaya çalışıyorlardı. Bu durum 1895 yılına kadar belli bir rutin içerisinde devam etti. Ancak 1895 yılında örgüt artık sesini daha da yükseltme kararı aldı. Örgütün ismi Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti olarak değiştirildi. Böylece Tarık Zafer Tunaya’nın deyişiyle “bir çağın ve bir kuşağın” partisi doğuyordu. Artık muhalefetin dili daha da sertleşmiş, kararlılıkları keskinleşmişti. Örgütlenme faaliyetleri öğrenciler arasından çıkarak memur, subay ve ulemalar arasında da yayılmaya başladı. Çıkardıkları Meşveret, Osmanlı, İntikam, Kanun-i Esasî gibi gazetelerde akılcılık övgüsünden laiklik ve kadın hakları savunusuna kadar pek çok çağdaş düşünce işleniyordu. 1896 ve 1897’de giriştikleri iki darbe teşebbüsü de olmuş ancak sonuçsuz kalmıştı.
İkinci kuşak diyebileceğimiz Jön Türkler ilk kuşaktan farklı olarak daha eğitimli, dünyayı daha iyi okuyabilen, sadece duygularıyla değil çağdaş fikirlerle besledikleri ideolojileriyle hareket eden kişilerdi. Aralarında Batı uygarlığını bir bütün olarak benimsemek gerektiğini düşünenler olduğu gibi Türk ve Müslüman oldukları için Batılıların kendilerine karşı sergilediği her türlü haksızlığına ve ikiyüzlülüğe inat İslamcı veya anti-emperyalist görüşleri benimseyenler de vardı. Onları bir araya getiren ise “bütün Osmanlıların kardeşliği” fikrinden hareketle “Osmanlı Vatanı”, “Osmanlı Milleti” ve “Osmanlıcılık” ideallerini gerçekleştirme inancı olmuştu. Bu ise ancak istibdadın son bulup yerine anayasal bir idarenin getirilmesi ve meclisin açılması ile gerçekleşebilirdi. Bu amaca nasıl ulaşılabileceği arayışları sürdükçe zamanla iki farklı grup belirginleşti. Bu gruplardan biri Türkiye’de pozitivizmin öncüsü olan Ahmet Rıza Bey’in etrafında toplanırken diğeri adem-i merkeziyetçiliğin öncüsü Prens Sabahattin’in etrafından toplandı. Ahmet Rıza Bey jakobenist aydınlanmayı savunuyordu, ona göre ilk amaç harekete liderlik yapabilecek kadroları yetiştirmek olmalıydı, parlamenter ve temsili bir sistem ise halkın eğitilmesiyle gerçekleşebilirdi, hatta o zamana kadar askerler siyasal hayata önderlik edebilirdi. Ayrıca merkezi bir yönetimi ve bu yönetimde Türklerin daha etkin bir role gelmesi gerektiğini savunuyordu. Ahmet Rıza’nın karşısındaki Prens Sabahattin ise merkeziyetçiliğe kesinlikle karşı çıkıyor yerine özerklikler ve yerinden yönetim teklif ediyordu. Bireyciliği, kişisel özgürlük ve gelişimi yüceltiyordu.
Jön Türk hareketi bir yandan güçlenirken diğer yandan da barındırdığı iki grup arasındaki ayrılıklar keskinleşiyordu. Yine de bu iki grup 1902 yılında Paris’te düzenlenen I. Jön Türk Kongresi’nde bir araya geldi. Kongrede iki önemli teklif konuşuldu; bunlardan ilki yalnız basın yayın ve propaganda ile ilerlemenin mümkün olmadığı artık askerlerin de mücadeleye açıktan katılması gerektiğiydi. Bu fikre karşı çıkan olmadı. Ancak ikinci teklif iki grubu karşı karşıya getirdi: Devrim için iç dinamiklerin yeterli olmaması sebebiyle yabancı güçlerin (İngiltere ve Fransa) desteğini sağlamak, bu güçlerin sıkıştırması ile Osmanlı’nın meşrutiyeti ilan etmeye mecbur bırakılması gerektiği… Prens Sabahattin’den gelen bu teklif çoğunluğun desteğini alsa da Ahmet Rıza Bey’in başını çektiği azınlıktaki grup şiddetle karşı çıktı. Ahmet Rıza’ya göre dış müdahale ne şartla olursa olsun asla kabul edilemezdi, bağımsızlık her şeyden önce gelmeliydi.
Çok şiddetli geçen bu tartışma Jön Türk hareketini resmi olarak ikiye bölerek iki ayrı örgütlenmeyi ortaya çıkardı: Bağımsızlıkçı ve aydınlanmacı Ahmet Rıza kanadının isim değişikliğiyle kurduğu Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyeti ile emperyalist müdahalelerden medet uman, özerklik yanlısı, saltanata ve dinciliğe karşı uzlaşmacı, liberal Prens Sabahattin kanadının kurduğu Teşebbüs-i Şahsî ve Adem-i Merkeziyet Cemiyeti. Bu ayrılık Türk siyasi hayatında bugün dahi devam eden iki ana çizgiyi oluşturmuştur. II. Meşrutiyet döneminde İttihat ve Terakki – Hürriyet ve İtilaf; Cumhuriyet döneminde Cumhuriyet Halk Fırkası – Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve Serbest Fırka; çok partili hayata geçiş ile CHP – Demokrat Parti ve Adalet Partisi ayrılıkları bu iki ana çizgi üzerinde benzer görüşlerle oluşmuş ve bu partilerin mirasçıları tarafından günümüzde de devam ettirilmektedir.
Mücadelede Yeni Bir Evre: Silah
Jön Türk Kongresi’ni takip eden yıllarda Jön Türkleri cesaretlendiren, umutlarını arttıran haberler uluslararası camiadan ardı ardına geldi. İlk olarak 1904’te başlayan Rusya-Japonya savaşı 1905 yılında Japonya’nın zaferiyle sonuçlandı. Meşrutiyet ile yönetilen Doğulu Japonya’nın mutlak monarşi ile yönetilen görece Batılı Rusya’yı yenmesi Jön Türkler tarafından meşruti (anayasal) rejimin bir getirisi olarak yorumlandı. Japonya yapabilmişse demek ki Osmanlı da meşruti rejim ile kendini toplayabilir ve Batılı devletler karşısında başarı kazanabilirdi.
Bir sonraki haber yine Rusya’dan geldi; Japonlar karşısında alınan yenilginin oluşturduğu çalkantılı durum Rusya’da meşruti rejime geçiş için gerekli zemini oluşturdu ve 1905 Devrimi ile Rusya’da da meşrutiyet ilan edildi. Rusya gibi koyu mutlakiyetle yönetilen bir ülkenin bile meşrutiyete geçmesi Jön Türkler için hem cesaretlendirici hem de umut verici oldu. O kadar ki; Bazı Osmanlı subay ve aydınları Rus Çarı tarafından idam ettirilen meşrutiyetçi Rus teğmen Schmidt’in ailesine gizli mektuplar yollayarak “despotizme karşı çıkan bu kişinin anısının kendileri için Kabe kadar kutsal olduğunu” yazdılar. Son haber ise 1906 yılında bir başka İslam devleti olan İran’dan geldi: Başını İranlı Türklerin çektiği meşrutiyetçi hareket yine Türk kökenli Kaçar Hanedanı’ndan Şah Muzaffereddin’e diz çöktürmüş ve İran’da meşrutiyet ilan edilmişti. Bu gelişme, Jön Türkler için hem İslam’ın anayasal rejime geçiş için engel olmadığını hem de Müslüman bir toplumun da hükümdarlarına karşı direnerek ondan haklar koparabileceğini kanıtlıyordu.
İran’dan gelen devrim haberi Jön Türklerin İttihat ve Terakki kanadını hemen harekete geçirdi. İttihatçıların meşhur hatibi Ömer Naci ve fikir adamlarından Ahmet Ağaoğlu İran’a gönderildi. Orada, 1878’deki Kanun-i Esasî tecrübelerini İranlı devrimcilere aktararak yeni İran Anayasası’nın hazırlanmasına yardımcı oldular. Nitekim Kanun-i Esasi’nin birçok bölümü İran Anayasası’nda da aynen yer aldı. Anayasa’nın ilanından 5 gün sonra Şah Muzaffereddin ölünce yerine geçen Şah Muhammed Ali bir süre sonra meclisi kapatıp Anayasa’yı feshedecek, İranlı devrimciler ise Azerbaycan Türk’ü Settar Han’ın önderliğinde bu sefer silahlı direnişe geçeceklerdi. Haberi alan İttihatçılar da komşu ülkedeki hürriyet mücadelesine destek için yine yardıma koşacaklardı. Yakup Cemil gibi fedailer ve Ömer Naci gibi hatipler tekrar İran’a gittiler. Ömer Naci, İran’da kısa bir süre için gazete çıkarmışsa da olayların kızışmasıyla o da kendini dağda bulacaktı. İttihatçı fedailer ellerinde tüfek, başlarında kalpak, ayaklarında çizmeler ve üstlerinde yerel kıyafetler ile İranlı devrimciler gibi İran dağlarında hürriyet için vuruştular.
Yaşanan tüm bu gelişmelerin Osmanlı ülkesinde de büyük yansımaları oldu; Jön Türklerin mücadeleye ve zafere olan inançları iyice artmış ayrıca silahlı mücadele gerekli ve kaçınılmaz olarak görülmeye başlanmıştı. Subaylar arasındaki örgütlenme iyice yayılmıştı. Abdülhamit’in ülkenin bütünlüğünü koruyamadığını gören genç subaylar memleket tamamen parçalanmadan önce bir şeyler yapmak istiyordu. Özellikle Makedonya meselesi herkesi endişeye sevk etmekteydi. Büyük devletler bu sefer gözünü Makedonya’ya dikmiş ve Osmanlı’dan koparabilmek için bölgedeki Bulgar ve Sırpları ayaklandırmışlardı. Genç Osmanlı subayları da bu isyancılara karşı gerilla savaşı vermek üzere Makedonya dağlarına koşmuşlardı. Bu sebeple en çok genç subayın bulunduğu Makedonya Jön Türklerin askeri örgütlenmesinin de merkez üssü oldu. Ayrıca Şam ve Selanik’de de gizli örgütler kuruldu. Şam’daki örgütlenmede genç bir subay olan Mustafa Kemal’in de rolü vardı. Selanik’teki örgütlenme ise ilerleyen süreçte “hürriyet”in kaderini belirleyecekti. 1906’da Selanik’te kurulan Osmanlı Hürriyet Cemiyeti çoğunlukla Türk asker ve sivil eğitimli, gözü kara ve devrim için her şeyi göze almış ateşli gençlerden oluşuyordu. Bu kadro kısa bir süre sonra tarihin akışında çok önemli roller üstlenecekti.
29 Aralık 1907 günü yine Paris’te, İkinci Jön Türk Kongresi toplandı. Prens Sabahattinci ve Ahmet Rızacı kanatlar bir kere daha bir araya gelmişti. Birinci kongredeki merkeziyetçilik/özerklik tartışması yine sonuçsuz kaldı, Batılı büyük devletlerden dış destek alma konusu ise bu sefer gündeme getirilmedi. Ancak kesin sonuç almaya yönelik önemli kararlar alındı. Meşrutiyetin getirilebilmesi için Abdülhamit’in tahttan indirilmesinden başka çare kalmadığı; bunun için de silahlı direniş de dahil olmak üzere topyekun mücadele verilmesi gerektiği, halkın vergi ödemeyerek pasif direnişe geçmesi, gösteriler ve grevler düzenleyerek genel bir ayaklanma ortamı oluşturulması gibi konularda uzlaşılarak karar alındı. Pozitivist görüşleri doğrultusunda aydınlanma ve rasyonel gelişimin ancak düzen ortamında sağlanabileceğini savunan ve bu sebeple o güne kadar silaha ve isyana karşı çıkan Ahmet Rıza bile artık başka çare olmadığını kabul ederek bu kararlara katılmıştı.
Alınan kararlar kısa sürede etkilerini gösterdi. Balkanlar’da ve Anadolu’da Müslüman/gayrimüslim, kadın/erkek bütün halk Jön Türklerin çağrısına kulak vererek büyük kitleler halinde mücadeleye katıldı: 1906’da Kastamonu halkı belediye seçimlerini protesto edip sandığa gitmedi, 1907’de Erzurum’da Prens Sabahattincilerin örgütlediği “Can Verir” adlı tüccar örgütü büyük kitle eylemleri gerçekleştirdi. Kayseri’de halk mutasarrıflığı bastı; mutasarrıf korkudan kalp krizi geçirdi. Antep’te sokakta rastladıkları kaymakamı linç etmeye çalışan halkın elinden kaymakam zor kurtarıldı. Göksun’da halk kaymakamı çürük domates yağmuru altında kasabadan kovdu. Elazığ’da vali at gibi koşularak “hürriyet” adı verilen bir at arabasını çekmeye zorlandı. İzmir’de Abdülhamit’in anıtı diye saat kulesine saldırıldı… Edirne, Bursa, Uşak, Balıkesir, Isparta, Adapazarı, Antalya, Tokat, Ankara, Konya, Ordu, Rize, Trabzon, Van, Muş, Diyarbakır, Dersim, Adana… Anadolu’nun hemen hemen her şehrinde eylem vardı. Rumeli’de ise durum çok daha coşkulu ve öfke doluydu. Toplantı ve mitingler bütün Rumeli’yi sarmış, kısa bir süre önce birbirini boğazlayan Müslüman ve gayrimüslim halk şimdi omuz omuza meşrutiyet için eylem düzenliyorlardı. Memurlar ve hatta ulemanın bir kısmı bile halkın tarafına geçmişti. Rumeli Genel Müfettişi Hilmi Paşa, Abdülhamit’e çektiği telgrafta durumu şöyle ifade edecekti: “Zatı Şahanelerine şunu arz ederim ki, bu taraflarda benden başka herkes ittihatçıdır.” Altı öncü Jön Türk’ün başlattığı ve on yıllar boyunca bir avuç Jön Türk tarafından sürdürülen mücadele sonunda kitlelere mâl olmuş ve bir halk hareketi niteliği kazanmıştı.
“Bir Gün Rumeli Dağları Envâra Boyandı”
İşte bu debdebeli günlerde, silahlı mücadeleye dünden hazır olan Osmanlı Hürriyet Cemiyeti ile Ahmet Rıza’nın Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyeti birleşti. Artık koşullar sağlanmıştı, mücadelede silahlar konuşacaktı, mücadelenin bayraktarlığı da fikir adamlarından eylem adamlarına geçecekti. Saray’ın, Jön Türklerin üssü haline gelen Balkanlar’daki tüm adamları tek tek vurulmaya başlandı ama patlamanın fitilini asıl ateşleyen ise İngiliz Kralı ile Rus Çarı arasında gerçekleşen Reval Görüşmesi oldu. Bu görüşme Jön Türkler tarafından Makedonya’nın bölüşümü hakkında İngiltere ve Rusya’nın anlaşması olarak yorumlandı. Reval Görüşmesi’nin yarattığı korku ve telaşla Batılı büyük devletler Osmanlı’yı parçalamak için bir kere daha harekete geçmeden önce teslimiyetçi Abdülhamit ve onun halkı bölen baskıcı yönetiminden kurtulmak amacıyla harekete geçildi.
3 Temmuz 1908 günü Kolağası Resneli Niyazi Bey 200 asker ve onlara katılan 200 siville birlikte Saray’a karşı isyan bayrağını açarak Makedonya’da dağa çıktı. Onu emrindeki taburuyla birlikte Eyüp Sabri Bey ve Enver Bey (Paşa) izledi. Saraya telgraf çekilip taleplerinin Kanun-i Esasî’nin ilanı ve Meclis’in açılması olduğu bildirildi. Manastır’da kentin sokaklarına bildiriler yapıştırılarak isyanın başladığı halka duyuruldu. İsyanı bastırması için büyük bir kuvvetle Makedonya’ya gönderilen Şemsi Paşa Manastır şehrine adım attığı gibi İttihatçı fedailer tarafından öldürüldü. Balkanlarda kendisine bağlı bir askeri güç bulamayan Abdülhamit Anadolu’dan topladığı 18.000 kişilik orduyu Makedonya’ya doğru yola çıkardı. Ancak bu ordu da yapılan propaganda neticesinde Selanik’e gelene kadar meşrutiyetçi saflara geçti. Artık Abdülhamit Balkanlara gönderecek tek bir kişi bile bulamazken, dağdakilerin sayısı binlerle ifade ediliyordu.
Daha düne kadar birbirleriyle savaşan Türk askerleri ile Sırp, Bulgar veya Makedon çeteciler şimdi meşrutiyet için birlikte mücadele vermekteydi. Meşrutiyetin tüm sorunları çözeceği, ülkeye barışı ve birliği getireceği inancı onları birleştirmişti. İttihatçılara katılan gayrimüslim çeteciler arasında çok ilginç simalara rastlayabiliriz. Bunlardan birisi de Yane Sandanski’dir. Bugün hem Makedonya’nın hem de Bulgaristan’ın milli kahramanı olan Sandanski, Osmanlı’da bir dönem “terörist” bir dönem ise “kahraman” olarak görülmüştü. Gizli Makedonya Devrimci Örgütü’nün kurucusu olan Sandanski’nin amacı Makedonya’yı “Osmanlı’nın elinden kurtarmak”tı. Bölgede yaşayan ayrılıkçı Makedon, Bulgar, Yunan ve Sırplar gibi Rus Çarlığı’nın da desteği arkasındaydı. Kısa sürede güçlenip gerilla savaşına başladı. Makedonya’da birçok kurtarılmış bölge kurdu. Gerilla savaşından bihaber genç Osmanlı subayları bölgeye koşmuş ama tecrübesizlikle ilk başlarda neye uğradığını şaşırmışlardı. Osmanlı yönetimi ise acizdi, aldığı tüm önlemler Batılı büyük devletler tarafından “insan hakları ihlâli” gerekçesiyle engelleniyor, ne yapacağını bilemeden adeta eli kolu bağlı bekliyordu. Çoğu meşrutiyetçi genç subaylar yıllarca o dağ senin bu dağ benim diyerek Sandanski ve benzeri çetelere karşı bin bir fedakârlıkla mücadeleyi sürdürdü. Sonunda isyan bastırıldı ama Batılı devletler gerekli mazereti çoktan bulmuştu. Bölgedeki gayrimüslimleri korumak ve “insan hakları ihlâlleri”ni engellemek için Balkanların belli bölgelerinde Batılı devletlerin askerlerinin jandarmalık yapmasına karar verdiler. Ancak Batılı devletlerin Balkanlara müdahalesi Gizli Makedonya Devrimci Örgütü’nü ikiye böldü. Yane Sandanski’nin liderliğindeki sosyalistler Avrupa’nın müdahalesine karşı çıktılar. Makedonya ve Balkanların emperyalist güçler tarafından paylaşılmak istendiğini söyleyerek en iyi çözümün Osmanlı Bayrağı altında eşit hak ve yükümlülükler ile anayasal bir sistemde yaşamak olduğunu savundular.
Sandanski’ye göre çözüm; Osmanlı’nın liderliğinde tüm halkların kardeşlik temelinde bir arada yaşayacağı “Osmanlı Federasyonu” idi. Örgütteki sağcılar ise gerekirse dış destek de alınarak her koşulda Osmanlı’dan ayrılmayı savunuyorlardı. Bu ayrışma örgütün kendi içinde silahlı çatışmasını doğurdu. Gerçekleşen olaylar ve Sandanski’nin emperyalist müdahale karşısında Osmanlılık çatısına sığınması Sandanski ile İttihatçıları birbirlerine yakınlaştırdı. Bu yakınlaşma birçok Makedon’un Sandanski’yi “hain” olarak görmesine sebep oldu ama o vazgeçmedi. Meşrutiyet Devrimi’nde, zamanında birbirlerine karşı savaştıkları İttihatçı subaylarla birlikte dağa çıktı. Devrim’in ardından ise Niyazi ve Enver Beyler ile birlikte halk tarafından hürriyet kahramanı ilan edilecek, üçünün de posterleri elden ele dolaşacaktı. Bulgar Krallığı’na bağlanmak isteyen Makedonlara karşı Osmanlı’ya bağlılığı savunacak, 31 Mart İsyanı’nda meşrutiyeti korumak için 1200 adamıyla birlikte Harekât Ordusu’na katılacaktı. Ve tüm bu çabaları yüzünden Rus Çarı’nın hizmetindeki Bulgar Kralı Ferdinand’ın emriyle örgütün sağ kanadı tarafından pusuya düşürülerek öldürülecekti.
Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik, Adalet… Hürriyet!
23 Temmuz 1908 günü İttihat ve Terakki, 21 pare top atışıyla Manastır’da meşrutiyeti ilan etti. Akşama kadar bütün Rumeli şehirleri meşrutiyeti tanıdıklarını ilân edip durumu telgraf yağmuru ile Saray’a bildireceklerdi. Aynı günün gecesinde, artık başka çaresi kalmayan Abdülhamit de meşrutiyeti kabul ederek, resmen ilan etti. 1878’de Abdülhamit tarafından kaldırılan meşrutiyet tam otuz yıllık bir mücadele sonunda bu sefer bir halk devrimi ile geri kazanılmıştı. Osmanlı Devleti anayasaya ve meclise yeniden kavuşmuştu.
“Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik, Adalet”; devrimin sloganı buydu. Osmanlı devrimcileri, Fransız Devrimi’nden aldıkları üç kavrama kendi medeniyetlerinin yücelttiği bir kavramı daha eklemiş ve devrimin şiarı yapmışlardı. Dağdan inen devrimciler de sokaklara dökülmüş coşkulu halk tarafından bu sloganlar ile karşılandı. Osmanlı ülkesinin her yerinde, köylere varıncaya kadar kutlamalar şenlikler, günlerce devam etti. Rumeli ve Anadolu’daki tüm Osmanlı halkı Müslümanı ve gayrimüslimi hep birlikte verdikleri mücadele ile kazandıkları hürriyeti yine birlikte kutladılar.
Hürriyet kahramanları ilan edilen Resneli Niyazi Bey ve Enver Bey dağdan inişlerinde tarihin gördüğü en büyük fatihler gibi karşılandı. “Yaşasın Hürriyet, Yaşasın Niyazi, Yaşasın Enver” sloganları tüm ülkeyi baştan başa sardı. Bu iki hürriyet kahramanından biri, devrimin ardından silahını duvara asıp kendi köşesine çekilmişse de devrim yine ilk olarak kendi çocuklarını yiyecek ve kısa süre sonra parti içi hesaplaşmalara kurban gidecekti. Diğeri ise Osmanlı Devleti’nin kaderinde çok daha büyük roller oynayacaktı.
1908 Devrimi, Türk siyasi hayatına bir daha geri dönüşü olmamak üzere meclis ve anayasa kurumlarını katmış, halkın kendisini siyasetin temel argümanı haline getirmiştir. Osmanlı halkı belki de tarihinde ilk defa tüm farklılıklarını bir tarafa bırakarak ortak bir amaç uğrunda beraberce mücadele vermiş böylelikle başka bir örneğine rastlanmayacak biçimde bir “ulus” özelliği göstermiştir. Halk kendi gücü ve çabasıyla kendi haklarını monarşiden koparırken, devrime asıl yönünü veren bir grup Jön Türk’ün vatan sevgisi ve duyarlılığı sayesinde emperyalizmin tuzağına düşülmeden devrimin ulusal bir hareket olarak kalması sağlanmıştır. 1908 Devrimi’nin kurduğu siyasi düzen ve yarattığı duygu ve düşünce dünyası kendisinden sonra gelecek olan Cumhuriyet’in devrimci kadrolarını yetiştirmiştir.
7 Haziran 1865 günü Belgrad Ormanı’nda buluşan altı arkadaşın ettiği yeminle başlayan mücadele 24 Temmuz 1908 günü ilan edilen Meşrutiyet ile yeni bir boyuta taşınmış ve 29 Ekim 1923 günü Ankara’da ilan edilen Cumhuriyet ile büyük bir zafer kazanmıştır, mücadele hâlâ devam ediyor…
Yararlanılan Kaynaklar:
– Bülent TANÖR, Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri, Yapı Kredi Yayınları, 2005, İstanbul
– Cevdet KUDRET, Abdülhamit Devrinde Sansür, Milliyet Yayınları
– İlber ORTAYLI, Osmanlı’da Değişim ve Anayasal Rejim Sorunu, İş Bankası Kültür Yayınları, 2008, İstanbul
– Kudret EMİROĞLU, Anadolu’da Devrim Günleri, İmge Kitabevi, 1999, Ankara
– Sina AKŞİN, Jön Türkler ve İttihat ve Terakki, İmge Kitabevi, 2009, Ankara
– Soner YALÇIN, “Osmanlı’nın da Devrimci Che Guevara’ları Vardı”, Hürriyet, 20.10.2007
– Soner YALÇIN, “Osmanlı’nın Öcalan’ı Yane Sandanski”, Hürriyet, 25.11.2009
– Tarık Zafer TUNAYA, Türkiye’de Siyasal Gelişmeler (1876-1938), İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2003, İstanbul
– Tarık Zafer TUNAYA, Türkiye’nin Siyasi Hayatında Batılılaşma Hareketleri, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2010, İstanbul
Bu yazı yorumlara kapalı.