Sultanahmet Meydanı‘nın güneybatısından denize doğru inerken tren yolunun hemen yanında, Cankurtaran ile Kadırgasemtlerinin kesiştiği alanda, bulunduğu mahalleye adını veren küçük bir cami ile karşılaşırız. Küçük ve mütevazı görüntüsünün aksine mimarisi ile yeni bir çağ açan, ilginç hikayeler barındıran bir yapıdır Küçük Ayasofya.
Kilise olarak inşa edilen yapının asıl ismi Sergios ve Bakhos Kilisesi idi. Doğu Roma İmparatoru I. Jüstinyen (Justinianos/Iustinianus) ve karısı Theodora tarafından 527 senesinde yapımına başlanan kilisenin inşaatı 532 yılındaki Nika Ayaklanması sırasında zarar görünce ancak 536 yılında tamamlanabilmiştir. Kilise ismini Hristiyanlığa geçtikleri için işkence ile öldürülen ve daha sonra azizlik mertebesine getirilen Sergios ve Bakhos isimli iki askerden almıştır. Efsaneye göre, İmparator I. Anastasios (Anastasius)‘a karşı bir komploya karıştıkları iddiasıyla idama mahkum edilen Jüstinyen ve amcası Justin sabah gerçekleşecek olan idamlarını beklerken, o gece Aziz Sergios ve Aziz Bakhos İmparator Anastasios’un rüyasına girmiş ve onların suçsuz olduklarını söylemişlerdir. Bundan etkilenen imparator da Jüstinyen ve amcasını affetmiştir. Jüstinyen yıllar sonra tahta geçtiğinde ise bu iki azize olan minnetini göstermek için bu kiliseyi inşa ederek kiliseye Aziz Sergios ve Aziz Bakhos’un adlarını vermiştir.
Bir başka efsaneye göre ise, İmparator I. Anastasios’tan sonra tahta geçmesi için ordu tarafından, saray muhafızlarının komutanlığını yapmış ancak okuma yazması dahi olmayan köy kökenli Justin seçilmiştir. I. Justin ise hükümdarlığının sonunda varis olarak yeğeni Jüstinyen’i bırakmıştır. Tahta geçen Jüstinyen’in eşi Theodora cambazhane dansçısı olması sebebiyle Roma aristokrasisinin tepkisini çeken ve hafifmeşrep olarak görülen bir kadındır. Theodora’ya tepki gösterenler arasında Roma aristokrasisinin güçlü kadınlarından ve sanatın koruyucusu olarak ünlenmiş olan Anikia Juliana da vardır. Juliana tepkisini göstermek için farklı bir yol seçer; Roma aristokrasisinin gücünü ve dindarlığını göstermesi amacıyla 251 yılında öldürülen Meliteneli (Malatya) Aziz Polyeuktos adına görkemli bir kilise inşa ettirir: Ayios Polyeuktos. Bugün İstanbul Belediyesi‘nin bulunduğu civarda inşa edilen bu kilise günümüze ulaşamamıştır; 1010 depreminde hasar görmüş, 1204‘te şehre giren Latinler tarafından yağmalanarak kutsal emanetleriyle birlikte sütunları ve bazı mimari parçaları Venedik’e taşınmıştır. Venedik’e getirilen bu parçalar San Marco Bazilikası‘nda kullanılmıştır. San Marco‘nun ünlü Akka Sütunları, adının düşündürdüğü gibi Filistin’deki Akka şehrinden değil, aslında İstanbul’daki Polyeuktos Kilisesi’nden gitmiştir. Anikia Juliana‘nın bu görkemli tepkisine Theodora’nın yanıtı ise Sergios ve Bakhos Kilisesi ile olmuştur. Theodora’nın monofizit eğilimlerinin, kiliseye Refesa kentinin koruyucu azizleri olan Sergios ve Bakhos’un isimlerini vermesinde etkili olduğu sanılır.
Küçük Ayasofya ile ilgili anlatılan olaylardan bir diğeri ise şöyledir: 551 yılında Papa Virjil dini bir sorunu halletmek için İmparator Jüstinyen’le görüşmek üzere İstanbul’a gelir. Görüşmeler neticesinde sorun çözülemediği gibi Papa’nın sorun karşısındaki tavrı da İmparator’un hoşuna gitmez, bir yandan da Papa’nın sahip olduğu hakimiyet ve nüfuz imparatoru rahatsız eder. İmparator’un niyetini fark eden Papa hayatını emniyete almak amacıyla İstanbul’da ikamet ettiği saraydan ayrılarak Sergios ve Bakhos Kilisesi’ne sığınır. Buna rağmen İmparator Papa’nın tutuklaması emrini verir. Emri yerine getirmek için kiliseye giren askerleri gören Papa apsisteki mihraba sarılır, askerler kendisini ayaklarından, saçlarından, sakalından tutarak çekmeye başlarlar fakat Papa direnerek tutunduğu yeri bırakmaz. En sonunda mihrap yerinden kopar ve askerlerin üzerine yıkılır. Askerler bunu ilahi bir işaret olarak görmüş olacak ki Papa’yı bırakarak oradan uzaklaşırlar.
Günümüze dek gelen tarihi kayıtlar ve hikayelerden, büyük bir önem atfedilerek inşa edildiği anlaşılan Sergios ve Bakhos Kilisesi, ilerleyen tarihlerde de şehrin en önemli kiliselerinden biri olarak kabul edilmiştir. Sarayın ileri gelenlerinin senede bir defa buraya gelerek büyük bir anma töreni düzenlemesi gelenek halini almıştır. 9. yüzyılda kilise Latin rahiplere terk edilir. O dönemin en ileri gelen baş rahiplerinden “Havuzlu Falcı” namıyla anılan rahibin parlak tunçtan bir havuzun içine bakarak gelecekten haberler verdiğine inanılırdı.
I. Jüstinyen dönemi Doğu Roma İmparatorluğu için adeta bir rönesans niteliği taşımaktadır. Birçok alanda görülen yenileşme ve ilerleme kendini mimaride de göstermiş, çeşitli deneysel eserler verilmiş, İstanbul farklı ve iddialı birçok yapı ile donatılmıştır. Sergios ve Bakhos Kilisesi de daha önce örneği olmayan devrimsel nitelikte bir eserdir. Dikdörtgen yapının üstünü kaplayan ana kubbe, dört yarım kemer ve dört yarım kubbe ile desteklenmiş böylece yapının iç mekanının genişlemesi sağlanmıştır. İlk defa kullanılan bu yarım kubbe modeli sayesinde hem iç mekanlarda ekstra bir genişlik sağlanmış hem de büyük kubbelerin ağırlığının yandaki yarım kubbelere aktarılması sayesinde daha büyük ana kubbeler yapılmasının yolu açılmıştır. Bu açıdan Küçük Ayasofya kendinden birkaç yıl sonra inşa edilecek olan “Büyük” Ayasofya‘nın küçük ölçekli bir denemesi olmuştur. Ayasofya gibi anıtsal bir yapı ile başarısını kanıtlayan yarım kubbeli model İstanbul’un fethinden sonra Türk mimarisini de etkileyerek bugünkü camilerimizin alameti farikası olan kubbeli görüntünün de temelini oluşturmuştur. İstanbul’un fethinden önce Türk cami mimarisi kare yapı üzerine yerleştirilen görece küçük çaplı kubbelere dayanmaktaydı. Büyük bir cami yapılmak istendiğinde ise bu yapılardan bir kaçı yan yana getirilir yani yapı birbirinden bağımsız yan yana dizilmiş birçok kubbe ile örtülmüş olurdu. Ayasofya’nın dolayısıyla Küçük Ayasofya’nın etkisinden sonra ise yarım yan kubbeleri kullanmaya başlayan Türk mimarlar Süleymaniye‘deki gibi devasa ana kubbeler ve birbirlerini destekleyerek aşağı doğru inen yarım kubbelerden oluşan kubbe şelaleleri inşa etmişlerdir. Aynı şekilde Küçük Ayasofya’nın kubbesinin oturtulduğu sekizgen yapı şekli de Türk mimarlar, özellikle Mimar Sinan tarafından birçok eserde kullanılmıştır. Örneğin Rüstem Paşa ve Selimiye camilerinde kubbenin sekizgen yapı üzerine oturtulmuş olduğunu görmekteyiz. Kısacası bugün son derece “bize” ait olarak gördüğümüz ve cami dediğimizde hepimizin aklında canlanan klasikleşmiş mimari yapı şekli aslında Doğu Roma İmparatorluğu’nun bize bıraktığı bir mirastır.
Küçük Ayasofya’nın hikayesi burada da bitmiyor; Jüstinyen, İtalya seferinin kısmî başarısından sonra tekrar Roma topraklarına katılan Ravennakentinde San Vitale adında bir kilise inşa ettirmiştir. 547 yılında tamamlanan bu kilisenin planı Sergios ve Bakhos Kilisesi’nin planının aynısıdır. Daha ilginç olanı ise Kutsal Roma German İmparatorluğu‘nun kurucusu olan Şarlman (Büyük Karl/Charlemagne)imparatorluğunun başkenti olarak ihya ettiği Aachen şehrine büyük ve görkemli bir katedral inşa ettirmiştir. Aachen Katedrali veya İmparatorluk Katedrali olarak adlandırılan bu yapının planları da San Vitale Kilisesi‘nin planlarının örnek alınması sebebiyle Sergios ve Bakhos Kilisesi ile aynıdır. Yani bir yanda Süleymaniye ve Selimiye camileri diğer yanda Aachen Katedrali. İki farklı medeniyetin geliştirdiği iki farklı mimari ve bu iki farklı mimarinin vermiş olduğu birbirlerine hiç benzemeyen bu anıtsal eserler, aslında hepsi İstanbul’daki mütevazı Küçük Ayasofya’dan türemiştir.
Sergios ve Bakhos Kilisesi İstanbul’un fethinin ardından hemen camiye çevrilmemiştir. Fatih Sultan Mehmet döneminde kilise olarak kullanılmaya devam edilen yapı II. Bayezid döneminde kimilerine göre 1497 kimilerine göre ise 1504 yılında sarayın Bâbüssaâde Ağası (Kapı Ağası) Hüseyin Ağa tarafından camiye çevrilmiştir. Küçük Ayasofya adı yapının camiye çevrilmesinden önce asıl Ayasofya ile olan benzerliği sebebiyle mahalle halkı tarafından verilmiştir. Camiye çevrildikten sonra da Hüseyin Ağa’nın adı yerine bu isimle anılmaya devam etmiştir.
Caminin bahçesinde girişe göre sol tarafta bulunan türbe Hüseyin Ağa’ya aittir. Camiye çevirttiği Küçük Ayasofya ve hemen yakınındaki Çardaklı Hamamı, Amasya’daki Kapı Ağası Medresesi ve bedesteni, Amasya’nın kuzeydoğusunda Sonisa (Uluköy)‘daki cami ile medrese, Çarşıkapı’daki mescid ve Edirne’deki hanlar gibi yaptırdığı birçok yapıdan Hüseyin Ağa’nın son derecede zengin biri olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim bu zenginlik başına iş açar ve vergi kaçırmak suçundan Padişah’ın emriyle idama mahkum edilir. Bostancıbaşılar Hüseyin Ağa‘yı camiye çevirttiği Küçük Ayasofya’nın bahçesinde yakalarlar ve hemencecik burada kellesini vururlar. Halk arasında anlatıla gelen bir hikayeye göre Hüseyin Ağa kellesi vurulduktan sonra ayağa kalkarak kesik başını kolunun altına alır, bir süre bu vaziyette yürür ve yığıldığı yere de türbesi yapılır. Hüseyin Ağa’ya idamından sonra “kesikbaş” lakabı takılır.
Yapının içine girdiğimizde; kilise döneminden pek fazla süsleme kalmadığını görürüz, camiye çevrilme sırasında tüm iç süslemeler değiştirilmiştir. Yapıldığı dönemde tamamen mermer ve mozaiklerle kaplı olduğu düşünülen iç mekan bugün sıva ile kaplı haldedir. Ancak dantel gibi işlemeli sütun başlarında İmparator Jüstinyen ve eşi Theodora’nın monogramları ile üst galeri zemini hizasından tüm iç mekanı çevreleyen akantus yapraklarıyla süslü friz üzerindeki Yunanca yazılar görülebilmektedir. Bu yazılarda “Dindarlığı teşvik eden Aziz Iustinianus’umuz ve Tanrı’nın taçlandırdığı Theodora…” gibi ifadelerle İmparator ve eşi övülmüştür. Aziz Sergios hakkında da övgüler bulunan yazılarda Aziz Bakhos’tan söz edilmez. Frizdeki yazının tam metni şöyledir; “Başka hükümdarlar, eserleri hiç bir fayda temin etmeyen fânilerin namını yücelttikleri halde, hükümdarımız Jüstinyen, bütün mahlukatın yaratıcısı Mesih’in kulu olan ve imanı da ne alev, ne kılıç ve ne sair işkencelerle sarsılmayan ve Mesih’in aşkına ölümü hoş görüp kanını dökerek ebedi hayata liyakat kazanan Sergios’u yüceltmek ve saygı göstermek ve halkın da dindarlığa rağbetini temin etmek için bu yüce binayı yaptırdı. Müteyakkız hükümdarımızın devletini Sergios daima muhafaza ve himaye etsin ve şefkati büyük olan ve fukarayı beslemekteki mesaisinde yorulmak bilmeyen ve Tanrı tarafından taçlandırılmış olan Theodora’nın kudretini arttırsın.” Kubbeyi taşıyan sekiz ana kolonun friz ile birleştiği yerlerde bulunan arşitravlardaki üzüm salkımı ve yaprağı kabartmaları ise yapının putperestlik devrinde şarap tanrısı Bakus adına yapılmış olan bir tapınağın yerine inşa edildiği ve adındaki Bakhos’un da buradan geldiği iddialarına sebep olmaktadır.
Yakın zaman kadar caminin içinde bir köşede Osmanlı dönemi itfaiyecilerinin meşhur aleti olan “tulumba” bulunurdu. Bu yangın söndürme aracı her ne kadar Türk işi olarak görülse de aletin asıl mucidi Müslüman olarak Davud Gerçek adını alan bir Fransızdır. Tulumbanın bulunduğu yerdeki küçük havuz kilise döneminde vaftiz için kullanılırdı, camiye çevrildikten sonra ise abdest alma yeri olarak kullanılmış ancak bugün içi beton ile doldurulmuş vaziyettedir.
İstanbul’un tarihi eserleriyle ilgili daha fazla incelemeye www.kalinti-istanbul.com adresinden ulaşabilirsiniz.
Bu yazı yorumlara kapalı.