1. 1921 TEŞKİLÂT-I ESASÎYE KANUNU ÖNCESİ YAŞANAN GELİŞMELER
Osmanlı İmparatorluğu Balkanlardaki topraklarını zaten I. Dünya Savaşı öncesinde kaybetmişti, Dünya Savaşı ile Arap topraklarının da kabıyla Osmanlıcılık ve Pan-İslamizm akımları çökmüştü. Dünya Savaşı’nın ardından gerçekleşen emperyalist işgale karşı gelişen tepki, teslimiyetçi ve işbirlikçi görüşleri de çürütüyordu. Ulusal ve bağımsız bir toplum ve devletin kurulma zorunluluğu kendini dayatmaktaydı. Bunun ideolojik karşılığı ise milliyetçilikti. Feodal, ümmetçi, teslimiyetçi yapılar karşısında çağdaş bir seçenek olarak milliyetçilik yükselmekteydi.
Osmanlı hükümetinin teslimiyetçi tutumu da halkı yerel önderler öncülüğünde direnişe itmekteydi. Yerel halkın bu şekilde direnişe geçmesi ve egemenliğini bizzat ve bilfiil kendi eline alması ilerleyen süreçteki yeni anaysa tezlerinde itici güç olarak millet egemenliğinin benimsemesine sebep olmuştur. Bu durum ifadesini “Milletin egemenliğini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır” ya da “Kuvva-yi Milliye’yi amil ve irade-i milliyeyi hakim kılmak esastır” beyanlarında bulacaktır. Öyle ki milli irade ve milli egemenlik, bağımsızlığı elde etmenin de ön koşulu olarak görülmüştür.
Bu dönemde Vahideddin mutlakiyetçi bir düzen kurmuştur, ülkeyi kararnamelerle yönetir. Vahideddin döneminde 621 kararname yayınlamıştır. Meclisin yokluğundan doğan boşluk hiçbir temsili yetkisi ve iktidar gücü bulunmayan Şura-yı Saltanat toplantılarıyla doldurulmaya çalışılmıştır. Kanun-ı Esasî fiilen askıya alınmıştır. Anadolu’da ise kongre iktidarları dönemidir. Bu kongreler önceleri yerel nitelikliyken zamanla ulusal nitelikler kazanmıştır. Merkezi monarşinin feodal, işbirlikçi ve bürokratik siyaset kadrolarına karşılık taşrada orta sınıf ve ulusal burjuva karakteri ağır basan yerel unsurlar siyaset sahnesinde ağırlık kazanmıştı. Öyle ki Anadolu’daki direniş hareketlerinde de öncülüğü bu unsurlar yapmıştır. Doğan Avcıoğlu, Milli Mücadele’yi taşralı eşrafların sırtlandığı bir hareket olarak tanımlar.
1.1. Son Mebusan Meclisi ve Büyük Millet Meclisi
1919’un Ekim ayında, Bahriye Nazırı Salih Paşa ile Mustafa Kemal arasında yapılan Amasya Mülakatı ve üzerinde uzlaşılan Amasya Protokolleri seçimlerin ve Meclis-i Mebusan’ın toplanmasının önünü açmıştır. Aralık 1919’da genel seçimler yapılmış ve 12 Ocak 1920’de Osmanlı İmparatorluğu’nun son Meclis-i Mebusan’ı toplanmıştır. Meclis’te Müdafaa-i Hukukçular çoğunluktaydı. 17 Şubat 1920’de altı maddeden oluşan Misak-ı Milli oybirliği ile kabul edilmiştir. Bunun üzerine 16 Mart 1920’de İstanbul işgal edilmiş ve artık çalışamaz duruma gelen meclis Dr. Rıza Nur ve arkadaşlarının verdiği bir takrirle oturumlarını süresiz olarak ertelediği ilan etmiştir. Ancak meclisin bir daha toplanmasına açık kapı bırakmak istemeyen Damat Ferit Hükümeti meclisin fesih iradesini yayınlatarak üyelerin mebusluk sıfatlarını da düşürmüştür.
İstanbul’da yaşanan gelişmeler üzerine Ankara’da ulusal bir meclisin toplanması teklifi ilk olarak Kazım Karabekir’den gelmiştir. Mustafa Kemal bu teklifi kabul etmiştir ancak onun asıl niyeti toplanacak olan bu meclisin kurucu bir meclis (meclis-i müessisan) olmasıdır. Bu konuda asker arkadaşlarından gelen uyarılar neticesinde daha ılımlı bir ifade ile “selahiyeti fevkaladeyi haiz bir meclis” ifadesini kullanmıştır.
Ankara’da toplanan yeni meclis için nüfuslarına bakılmaksızın her livadan 5 mebus seçilmesi, bunların belediye meclisleri ve Müdafaa-i Hukuk örgütlerinin yerel yönetim kurulu üyeleri tarafından seçilmesi, aynı zamanda dağıtılmış olan Meclis-i Mebusan’dan gelenlerin de seçilmiş üyeler olarak yeni meclise kabul edilmesi kararlaştırılmıştır. BMM’nin ilk açılış oturumunda 115 mebus vardır. Bu sayı daha sonra 365’e kadar çıkmıştır fakat üye tam sayısı kesinlik kazanmamıştır. İkinci ve daha sonraki dönemlerde mecliste asker-sivil bürokrat üyeler daha ağırlıklı olmuştur ancak birinci dönem meclisinde bürokrat kökenlilerin yanında çiftçiler, serbest meslek mensupları, ticaret erbabları ve ulema da yer almıştır. Yine de meclis, toplumun sadık bir aynası değildir, emekçiler ve köylüler mecliste yoktur. 1. BMM siyasal, toplumsal ya da dinsel açıdan nüfuz sahibi kişilerin temsil edildiği bir neyi seçkinler meclisidir. Bunlar o dönemin orta sınıfına yani milli brujuvasına denk düşmektedir.
Meclisin aldığı 1 numaralı karar BMM’nin sureti teşekkülü hakkındaki karar olmuştur, birkaç gün sonra ise 2 kanun numarası ile Hiyanet-i Vataniye Kanunu çıkarılmıştır. 7 numaralı kanun ile İstanbul’un işgalinden itibaren İstanbul Hükümeti’nin kabul ettiği tüm antlaşma, sözleşme ve tavizler BMM’nin onayı olmadıkça geçersiz sayılmıştır.
24 Nisan 1920 tarihinde Mustafa Kemal, mecliste yaptığı konuşmanın ardından bir önerge vermiştir. Bu önerge şu esasları içermekteydi:
1) Bir hükümet kurulması zorunludur.
2) Geçici bile olsa bir “hükümet reisi” tanımak ya da “padişah kaymakamı” atamak doğru olmaz.
3) Mecliste yoğunlaşan milli irade vatanın kaderine fiilen el koymuştur, meclisin üstünde bir güç yoktur.
4) TBMM yasama ve yürütme işlerini kendinde toplar. Meclisten seçilip görevlendirilecek bir heyet hükümet işlerini yürütür. Meclis başkanı bu kurulun da başkanıdır.
5) Padişah ve halife baskıdan kurtulduğunda meclisin düzenleyeceği “esasat-ı kanuniye” çerçevesinde yerini alır.
Bu önerge yapılan tartışmaların ardından kabul edilerek meclis kararı haline gelmiş ve aslında 1921 Teşkilât-ı Esasîye Kanunu’na kadar ki dönemde bir tür geçici anayasa niteliği taşımıştır.
Büyük Millet Meclisi’nin toplanmasından 1921 Teşkilât-ı Esasîye Kanunu’na kadar süren dönemde meclisin amacı saltanat ve hilafeti kurtarmak olarak açıklanmıştır. Meclisin resmen kurucu meclis sıfatı yoktur. Üyeler kendini Meclis-i Mebusan’ın devamı olarak görmektedir. Kanun-i Esasî’ye bağlılık devam etmektedir. İstanbul Hükümeti’nin aldığı kararlar BMM onayıyla da olsa geçerli olabilmektedir. Kaldı ki bir çok resmi belgede “Zat-ı Hazreti Padişah”, “Devlet-i Aliyye”, “Osmanlı Hükümeti”, “Memalik-i Şahane”, “Osmanlılar” gibi ad ve sıfatlar kullanılmaktadır. Bu gerekçelere dayanarak bu dönem Mahmut Goloğlu tarafından 3. Meşrutiyet olarak adlandırılmıştır. Ona göre BMM bir meşrutiyet parlamentosu olarak göreve başlamış ve 1921 Anayasası’na kadar bu niteliğini devam ettirmiştir. Lakin milli egemenlik ilkesi ilk defa Osmanlı-Türk Parlamento tarihinde temel argüman haline gelmiştir. Meclis hükümeti ve kuvvetler birliği de bu argümanı güçlendirmiştir. Artık hükümeti atayan, meclisin kararlarını onaylayan bir saltanat makamı yoktur. Ortaya çıkan bu yeni durumu 3. Meşrutiyet’ten ziyade Bülent Tanör’ün deyişiyle “adı konmamış bir cumhuriyet” olarak adlandırmak daha doğru olacaktır.
1.2. Kanun-ı Esasî’nin Durumu
BMM “selahiyet-i fevkaladeyi haiz bir meclis” olarak anayasada değişiklik yapma hakkını kendinde görmüş olsa da Kanun-i Esasî’ye bağlıdır. Bazı teklifler Kanun-i Esasî’ye aykırılık itirazıyla karşılaşmakta, bazı kanunların kabulünde de Kanun-i Esasî’de belirtilen özel nisaplar aranmaktaydı. Ancak bazı durumlarda Meclis’in Kanun-i Esasî’ye bağlı kalmadığı haller de olmuştur. 3 nolu İcra Vekillerinin Seçimine İlişkin Kanun anayasa değişikliği niteliğinde olmasına rağmen özel nisap aranmamıştır. O dönem İstanbul Hükümeti’nin Sevr Antlaşması’nı kabul etmesi de bu tavırda etkili olmuştur. Sevr’in kabulüyle birlikte Kanun-i Esasî’ye karşı sesler de yükselmeye başlamıştır. Mebus Mazhar Müfit Bey mecliste yaptığı bir konuşmada “Kanun-i Esasi’nin bu mecliste yeri yoktur. Kanun-i Esasî hükümeti bugün sulhü kabul eden İstanbul Hükümetidir, bu hükümet değildir. İhtilal hükümetinin Kanun-i Esasî’si değildir, İhtilal Hükümetinin Kanun-i Esasî’si yoktur.” demiştir.
2. 1921 TEŞKİLÂT-I ESÂSİYE KANUNU
Türk ulusal bağımsızlık hareketi yerel kongreler döneminden itibaren meşruluk ve hukukilik niteliğine sarılmıştır. Bu Türk bağımsızlık hareketini dünyadaki diğer örneklerinden ayırır. Bağımsızlık Savaşı’nı yeni bir anayasa ile sürdürme iradesi Türk bağımsızlık hareketinin hukukilik eğiliminin zirvesidir.
Mevcut durumda Kanun-i Esasî düzenin gereklerine cevap verememekteydi. Yeni bir anayasa yapmak artık zorunlu bir hal almıştı. İcra Vekilleri Heyeti’nin hazırladığı Teşkilât-ı Esasîye Kanunu Lahiyası 18 Ekim 1920 günü Meclis Genel Kurulu’na sunulmuştur. Lahiya, içerik bakımından daha çok bir hükümet programı niteliğindedir. Zaten o tarihlerden itibaren de Halkçılık Programı olarak anılmıştır. Tasarılaşan metin kurulan bir encümene gönderilmiştir. Encümen, tasarının ilk 4 maddesini ayırarak beyanname haline getirmiştir. Bu beyanname TBMM tarafından da kabul edilerek yayınlanmıştır. Beyannamede TBMM’nin gayesinin Türkiye halkını, emperyalizmin ve kapitalizmin tahakküm ve zulmünden kurtarmak olduğu belirtilmiştir. Ancak kapitalizm ekonomik bir sistem olarak değil daha çok dış sömürü olarak anlaşılmaktadır. Beyanname sol hatta sosyalist bir hava taşıması TBMM içindeki sol gruplar etkisini göstermektedir.
TBMM’nin, her ne kadar ismi koyulmamış olsa da kendini kurucu meclis olarak görmesi sebebiyle Anayasa’nın görüşülmesi ve kabulünde özel yöntemler ve yeter sayıları aranmamıştır. Yani Teşkilât-ı Esasîye, adi kanunlar veya yumuşak anayasalar için kabul edilen usullerle kabul edilmiştir, bu özelliği ile Teşkilât-ı Esasîye tarihimizdeki tek yumuşak anayasa olmuştur. Aynı zamanda hazırlanışı ve kabulü açısından anayasacılığımızın en demokratik örneğidir. 1876 Kanun-ı Esasî’si padişahın atadığı bir komisyon tarafından hazırlanmış, ferman anayasa niteliğindeydi, 1924 Anayasa’sı her ne kadar bağımsız davranmayı başarsalar bile vekilliklerini Mustafa Kemal’e borçlu bir meclis tarafından hazırlanmıştı, 1961 ve 1982 Anayasaları ise yaşanan darbelerin neticesinde hazırlanmışlardı.
Anayasa görüşmeleri sırasında Meclis’te tartışılan ama kabul görmeyen konulardan ilki mesleki temsil olmuştur. Mesleki temsil sayesinde üretici sınıfların bürokratik tabaka karşısında daha güçlü kılınacağı düşünülmüştür. Öneri meclisteki sol – sosyalist görüşlü mebuslar tarafından savunulmuştur, Mahmut Esat Bozkurt da öneriyi savunanlar arasındadır ancak Meclis çoğunluğu tarafından kabul edilmeyerek reddolunmuştur. Tek dereceli seçim ve Tunalı Hilmi’nin Sovyetlerden esinlenerek önerdiği şuradan şuraya seçim önerisi de reddolunmuştur. Halk oylaması ve halkın kanun teklif etme hakkı da reddolunan konulardandır. Mustafa Kemal’in çalışmalarda kolaylık ve hız sağlaması amacıyla Sovyetlerden esinlenerek önerdiği, yasama işlerinin meclisin kendi içerisinden gizli oyla seçeceği ve her livanın temsil edileceği bir heyetçe yürütülmesi önerisi de reddolunmuştur.
Anayasa son halini iki başarının elde edildiği sıralarda almıştır. Bunlar: Birinci İnönü Savaşı ve Çerkes Ethem kuvvetlerinin dağıtılmasıdır. 23 madde ve 1 ek maddeden oluşan Teşkilât-ı Esasîye, böyle bir hava içerisinde, 20 Ocak 1921 tarihli 85 sayılı yasa ile kabul olmuştur. Burada dikkat çeken bir husus şudur ki; 1919 yılında işgallere karşı yerel bir direniş hareketi olarak doğup Kars’ta “Cenub-i Garbi Kafkas Hükümeti Cumhuriyyesi” adıyla kurulan devletçiğin ilan ettiği anayasal metnin adı da Teşkilât-ı Esasîye idi. Hatta bu anayasal metin ile ilk kez bir “Türkiye Devleti”nden bahsedilerek Kars’taki devletçiğin kaderi de, daha 1919 yılının başında, Türkiye Devleti’nin kaderine bağlanıyordu.
Teşkilât-ı Esasîye olağanüstü koşulların olağanüstü anayasasıdır. Onun için bir geçiş dönemi anayasası diyebilmemiz mümkündür. Kanun-ı Esasî”nin Teşkilât-ı Esasîye ile çelişmeyen hükümleri halen yürürlüktedir. Yani iki anayasalı bir dönem söz konusudur.
Anayasa metninde “Türkiye Devleti” ifadesi yer edinmiştir. Anayasa Encümeni’nin lahiyalarında “Türkiye Devleti” ifadesi yerine halkçı ve sosyalist rüzgarların etkisiyle “Türkiye Halk Hükümeti” ifadesi kullanılmıştı ama bu ifade Anayasa metninde yer almamıştır. Anayasa’nın 3. maddesinde “Türkiye Devleti BMM tarafından idare olunur.” demektedir. Gerçi resmi olarak Osmanlı İmparatorluğu’nun son bulması BMM’nin 30 Ekim 1922 tarihli kararıyla olacaktır ama yine de bu hüküm ile aynı topraklarda yeni bir devlet ilan edilmiştir, Teşkilât-ı Esasîye’nin en devrimci yanı bu olmuştur.
Teşkilât-ı Esasîye’nin 1. maddesindeki “hakimiyet bila kaydu şart milletindir.” hükmü anayasacılık tarihimizde kesin bir dönüş noktası olmuştur. 1876 Kanun-ı Esasî’sinde egemenlik padişahındır. 1909’dan itibaren ise bazı siyasi belgelerde “hakimiyet-i milliye” kavramı geçmekte ve anayasada, egemenlik padişah ile millet arasında paylaştırılmıştı. Ama bu sefer ilk kez egemenliğin kayıtsız ve şartsız olarak millete ait olduğu ifade ediliyordu. Aslında egemenliği millete veren Teşkilât-ı Esasîye değildir. Millet, egemenliğini yerel direniş hareketleri ve kongreler ile zaten ele almıştı, Teşkilât-ı Esasîye ise bu durumu anayasal ifadeye kavuşturmuştur. 1.maddenin devamında “idare usulü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir.” ifadesi geçer. Bu ifadeden doğrudan demokrasi anlamı çıkarılsa da asıl vurgulanmak istenen TBMM’nin halkın biricik ve tamamen meşru temsilcisi olarak görülmesidir.
Anayasa’nın 2. maddesinde kuvvetler birliği düzenlenmiştir. Yürütmenin meclisin kendi içinden seçtiği icra vekilleri tarafından görüleceği belirtilmiştir. Daha sonra çıkarılacak hemen hemen bütün yasalarda “işbu kanunun icrasında BMM memurdur” ifadesi geçmektedir. Teşkilât-ı Esasîye’nin sistemi, meclis hükümeti sistemidir. Meclis hükümeti sistemlerinde olduğu gibi Teşkilât-ı Esasîye’de de devlet başkanlığı makamı yoktur. Meclisin görünürdeki amacı ve aslında bir çok vekilin gerçek amacı saltanatı kurtarmakken Anadolu Hükümeti’nin bir devlet başkanı seçmesi mümkün olamazdı ve ulusal safları bozma ihtimali vardı. Teşkilât-ı Esasîye gerçek bir anayasa sistematiğinden yoksundur, kişi hak ve özgürlükleri ve yargılama konusunda her hangi bir düzenleme yok. ama yargılama hakkını meclise ait gören bir görüş egemendi.
23 maddelik Teşkilât-ı Esasîye’nin 14 maddesi taşra ve yerel yönetimlere ayrılmıştır. 11. maddede “vilayet mahalli umurda manevi şahsiyeti ve muhtariyeti haizdir.” ifadesi geçer. TBMM’nin koyacağı yasalar çerçevesinde evkaf, medreseler, maarif, sağlık, iktisat, tarım, bayındırlık ve sosyal yardımlar işlerinin yürütülmesi vilayet şuralarının yetkisine bırakılıyordu. Teşkilât-ı Esasîye’nin getirdiği sistemde merkezi yönetim sınırlı ve hatta istisnaidir, asıl olan yerinden yönetimdir. Bu anlamda geleneksel Osmanlı merkeziyetiliğinin dışındadır. Bunun nedenleri TBMM’ye hakim olan halkçılık anlayışının yanında pratik sebeplerdir. Teşkilât-ı Esasîye olağanüstü koşulların anayasasıdır, Bağımsızlık Savaşı devam etmekte ve Anadolu Hükümeti merkezi bir idare kurabilecek imkanlardan yoksundur. Yönetime ilişkin daha hızlı ve pratik çözümler üretmek amacı vardır. Kaldı ki; Teşkilât-ı Esasîye’nin öngördüğü yerinden yönetim organları oluşmamış ve muhtariyete, yerinden yönetime ilişkin düzenlemeleri uygulama alanı bulamamıştır. Yerinden yönetime ilişkin meclis tartışmalarında Mustafa Kemal ağırlığını merkeziyetçilikten yana koymuştur. Ona göre; TBMM ulusal iradenin yegane tecelligahı iken her bölge ve mıntıkanın ayrı ayrı birer idare teşkil etmesi doğru değildir.
2.1. Saltanatın Kaldırılması
Lozan’da yapılacak barış görüşmeleri için hem İstanbul hem Ankara hükümetlerine davetiye gönderilmiştir. Bunun üzerine Sadrazam Tevfik Paşa Ankara’ya bir telgraf çekerek: “Kazanılan zafer Ankara-İstanbul ikiliğini kaldırmıştır. Lozan’da her iki hükümetin delegasyonu da bulunacaktır ancak Ankara delegasyonunun İstanbul’u desteklemesi lazımdır. Aksi halde İstanbul hükümeti bu iş için birisini görevlendirecektir.” demiştir. İstanbul’un bu tavrına cevap olarak Ankara Hükümeti, 30 Ekim 1922 tarihli 307 sayılı Osmanlı İmparatorluğu’nun İnkıraz Bulup Yerine Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti’nin Teşekkül ettiğine dair Heyet-i Umumiye Kararı ile saltanatı kaldırmıştır. Saltanat’ın kaldırılması bir kanun ile değil, Heyet-i Umumiye kararı ile olmuştur.
Saltanatın kaldırılmasına karşı çok bir tepki oluşmamıştır, asıl tartışma hilafetin saltanattan ayrılıp ayrılamayacağı üzerine olmuştur. Bu hususta mecliste ve komisyonlarda uzun tartışmalar yapılmıştır. Mustafa Kemal meclis genel kurulda yaptığı bir konuşma ile saltanat ve hilafet makamının ayrılabileceğinin teorik temellerini tarihten verdiği örneklerle açıklamıştır ama yine de muhalif tutucu kesimi ikna eden olay Mustafa Kemal’in, üç encümenin ortak yaptığı bir toplantıya girerek; egemenlik ve saltanatın görüşme ve tartışmalarla alınıp verilmediğini, kudret ve zorla alındığını, 600 yıl önce Osmanoğulları’nın Türk Milleti’nin egemenliğini zorla elinden aldıklarını şimdi de milletin isyan ederek egemenlik hakkını geri aldığını söylemesi ve sözlerini şu şekilde tamamlaması olmuştur: “Bu behemahal olacaktır. Burada içtima edenler, meclis ve herkes meseleyi tabi görürse fikrimce muvafık olur. Aksi takdirde yine hakikat usulü dairesinde ifade olunacaktır. Fakat ihtimal bazı kafalar kesilecektir.”
Böylece 600 yıldan uzun süren Osmanlı İmparatorluğu son bulmuş, saltanatın resmen kaldırıldığının ilanından sonra yurt dışına kaçan Vahideddin’in halifeliği de düşürülerek yerine TBMM tarafından Abdülmecit Efendi halife seçilmiştir.
2.2. Gruplar, Seçimler ve İkinci Dönem
Teşkilât-ı Esasîye’nin kabulünden itibaren mecliste gruplar oluşmaya başlamıştır: Tesanüt Grubu, İstiklal Grubu, Müdafaai Hukuk Zümresi, Halk Zümresi, Islahat Grubu vb. Mecliste grupların bu denli artması karar almayı zorlaştırmaktaydı. Bu durumdan yakınan Mustafa Kemal 10 Mayıs 1921 tarihinde Anadolu ve Rumeli Mudafaai Hukuk Grubu’nu kurmuştur. Birinci Grup olarak adlandırılan bu kümelenmeyi 1 yıl sonra İkinci Grup izlemiştir. Birinci Grup inkılapçı, İkinci Grup ise muhafazakar veya liberal tutumlu mebuslardan oluşmuştur. Misak-ı Milliyi her iki grubunda kabul etmesine rağmen “irade-i milliyeyi hakim kılma” konusunda görüşleri ayrılmaktaydı.
6 Aralık 1922’de Mustafa Kemal, Halk Fırkasını kuracağını açıklamıştır ama öncesinde barış görüşmelerini daha kolay yürütebilecek bir meclis oluşturmak amacıyla BMM kararıyla seçimlerin yenilenmesi kararı alınmıştır. Seçimler neticesinde toplanan yeni meclis, Lozan Antlaşmasını onaylayan ve Ankara’yı başkent ilan eden meclis olmuştur. Ancak en önemli icraati Cumhuriyet’in ilanı ve halifeliğin kaldırılmasıdır.
2.3. Cumhuriyet’in İlanı ve Hilafetin Kaldırılması
29 Ekim 1923 tarihinde Teşkilât-ı Esasîye Kanunu’nda Yapılan Değişiklikler Hakkındaki Kanun’un kabulü ile Cumhuriyet ilan edilmiştir. Aslında, egemenliğin kayıtsız şartsız milletin olduğunu kabul etmek ve saltanatı kaldırmak geniş anlamda adı konmamış bir cumhuriyeti ifade etmekteydi, 29 Ekim’deki Anayasa değişikliği ile fiiliyatta var olan durumun adı konulmuştur.
Yapılan değişiklik ile Teşkilât-ı Esasîye’ye 1 madde ilave edilmiştir: “Türkiye Devleti’nin şekli hükümeti Cumhuriyetir.” Bu madde ile birlikte: “Türkiye Reisicumhuru devletin reisidir” hükmü de eklenerek cumhurbaşkanlığı makamı da getirilmiştir. Aynı zamanda 2. maddeye “Türkiye devletinin dini, Din-i İslamdır, resmi lisanı Türkçedir.” ifadesi de eklenmiştir.
Saltanatın kaldırılması ile hilafetin hükümdarlık yetkileri kalmamıştı ama yine de devlet içinde ikinci bir baş oluşturması tedirginlik yaratmaktaydı. Böyle bir hava içerisindeyken Halife Abdülmecit Efendi’nin selamlığa çıkmak, tuğra benzeri imza kullanmak, kendini ziyaret eden bazı komutanları kabul etmek gibi uygulamalara devam etmesi ve Hint Müslümanları’nın Ankara’ya, halifenin haklarının korunmasını istedikleri bir mektup göndermeleri bardağı taşıran son damla olmuştur. 3 Mart 1924 günü çıkarılan bir kanun ile halife hal edilmiş, hilafet makamı kaldırılmış, halife ve hanedan mensupları yurtdışına çıkarılmıştır. Kanunun metninde geçen ifade şu şekildedir: “Hilafet, hükümet ve cumhuriyet mana ve mefhumunda esasen mündemiş olduğundan hilafet makamı mülgadır”. Böyle bir ifade ile hilafetin kaldırılmasına karşı gelebilecek tepkiler yumuşatılmak istenmiş olabilir.
Hilafetin kaldırılmasından iki temel anlam çıkarmak mümkündür. İlki; ulus devlet düzeni kurulurken ulusüstü herhangi bir kurumun varlığı kabul edilememiştir. İkincisi; devletin dinsel bir kurumdan arındırılarak laiklik yolunda bir adım atılmıştır.
2.4. Değerlendirme
1921 Teşkilât-ı Esasîye’si, Dünya anayasacılık tarihinin özgün örneklerinden biridir. Türk anayasacılığında egemenliğin kaynağında köklü bir dönüşüm yaratmıştır. Millet ve temsilcisi TBMM’ni biricik ve sınırsız güç olarak yapılandırmıştır. Modern anayasaların iktidarı sınırlama amacı yerine ulusal birlik ve bağımsızlık amacına yönelik bir anayasadır.
Teşkilât-ı Esasîye, Osmanlı dönemindeki yasamayı yürütmeden ayıran anayasa geleneğinin aksine tüm yetkileri halkın yegane temsilcisi olarak görülen TBMM’nin elinde toplamıştır. Bundan sonraki süreçte artık yürütmenin yasamadan yetkiler koparma mücadelesi başlayacaktır. Bu durumun etkileri 1924 ve 1961 Anayasalarında görülmüştür. Öyle ki 1961 Anayasası’nda bile yasama kaynaksal yetki, yürütme ise ondan doğan bir türev sayılmıştır. Aynı şekilde, 1961 ve 1982 Anayasalarını hazırlayanlar “fesih” kelimesi yerine “seçimlerin yenilenmesi” demeyi tercih etmiştir. Bunların yanında Türkiye’deki askeri müdahalelerin kalıcı olma niyeti gösterememeleri de meclise atfedilen bu kutsiyetin bir sonucudur.
3. 1924 TEŞKİLÂT-I ESASÎYE KANUNU
1921 Teşkilât-ı Esasîye Kanunu içinde bulunulan bağımsızlık savaşının anayasasıydı, artık savaş kazanılmış, yeni bir devlet ilan edilmiş şimdi bu yeni devletin temel kuruluşunun, toplum ve bireylerinin konumlarının, haklarının belirleneceği yeni bir yapılanmaya ihtiyaç doğmuştur. Yeni anayasa çalışmaları her hangi bir öneri olmaksızın Kanun-i Esasi Encümeni tarafından başlatılmış, hazırlanan tasarı Meclis Genel Kurulu’na sunulmuştur. Anayasa’nın görüşülmesinde tek bir özel usul kuralı kabul edilmiştir. O da; anayasanın kabulü için toplantı yeter sayısı olan salt çoğunluğun 3’te 2’sinin oyunun aranmasıdır.
1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanunu’nun hazırlanışında 1875 Fransa ve 1921 Lehistan Anayasaları’ndan yararlanılmıştır. Anayasanın amacı kuvvetli bir devlettir. Hazırlık aşamasında görüşülen ama kabul görmeyen iki öneri vardır. Bunlar; çift meclis ve Cumhurbaşkanlığı’nın güçlendirilmesidir. Kuvvetler birliği, çabuk karar alabilme imkanı ve meclisin üstünlüğü görüşü gibi etkenler çift meclisin reddedilmesinde etkili olmuştur. Cumhurbaşkanlığı’nın yetkilerini arttırma teklifleri encümenden gelmiş ancak bunlar Genel Kurul’da reddolunmuştur. Sadece 25. maddede Cumhurbaşkanı’nın hükümetin görüşünü aldıktan sonra gerekçeli bir işlemle meclis seçimlerini yenileyebilmesi ve 36. maddede yasaları tekrar görüşülmek üzere bir kez meclise geri gönderebilmesi kabul edilmiştir. Cumhurbaşkanı’nın bütün kuvvetlerin başkomutanı olması tasarısı çok tartışılmış ve sonuç olarak Cumhurbaşkanı’nın rolü temsili ve sembolik bir düzeyde kalmıştır. Cumhurbaşkanına tanınmak istenen yetkiler mecliste çok büyük bir tepkiyle karşılaşmıştır. İtirazların temelinde milli egemenlik ve meclisin üstünlüğü ilkeleri yer almaktadır. Vekiller her ne kadar vekilliklerini Mustafa Kemal’e borçlu ve ona bağlı olsalar da yine de bunu bir ilke sorunu olarak görmüşlerdir. Onlar için bu ilkelere bağlılık Mustafa Kemal’in şahsına duydukları bağlılıktan daha baskın gelmiştir.
1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanunu 20 Nisan 1924 tarihinde Meclis tarafından kabul edilmiştir. Anayasa’nın 1. maddesinde “Türkiye Devleti bir cumhuriyettir.” hükmü yer almaktadır. 1921 Anayasası’nda yapılan 1923 değişikliğinde cumhuriyet devlet şekli olarak değil, hükümet şekli olarak belirtilmişti şimdi devletin bir cumhuriyet olduğu ifade edilmiştir. Anayasa’da koruma altına alınan tek madde 1. maddedir. Ahkam-ı Esasiye bölümündeki diğer maddelerin (md.2-8) değiştirilemez olması önerisi kabul edilmemiştir. Anayasa’nın 2. maddesinde “Türkiye Devleti’nin dini İslamdır” hükmü, 3. maddesinde “Hakimiyet bila kaydu şart milletindir” hükmü yer almaktadır.
1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanunu’nda 1921’den farklı olarak vilayet ve nahiye şuralarına yer verilmemiştir, merkeziyetçilik yeniden öne çıkarılmıştır. 1921 Anayasası’ndaki “halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi ” ifadesi çıkarılmış yerine “TBMM milletin yegane ve hakiki mümessili olup millet namına hakk-ı hakimiyeti istimal eder” denilmiştir.
Anayasa’nın yasama ve yürütme erkini TBMM’de toplayıp meclisin yasama yetkisini bizzat, yürütme yetkisini ise cumhurbaşkanı ve bakanlar kurulu eliyle kullanacağını belirtmesi bir yandan kuvvetler birliği ve meclis hükümeti sistemine hala bağlı kalındığını ama öbür yandan da fonksiyonel olarak yasama ve yürütmenin ayrıldığı göstermektedir. 8. madde ile yargı yetkisinin millet adına yasalar çerçevesinde bağımsız mahkemelerce kullanılacağı belirtilmiştir.
Kişi hak ve özgürlükleri Anayasa’nın “Türklerin Hukuku Ammesi” başlığı altında ele alınmıştır. Doğal hukuk akımının aynı zamanda liberal ve bireyci yaklaşımın egemen olduğu görülmektedir. Bölümün ilk maddesi olan 68. maddede “Her Türk hür doğar, hür yaşar. Hürriyet başkasına muzır olmayacak her türlü tasarrufta bulunmaktır. Hukuku tabiyyeden olan hürriyetin herkes için hududu, başkalarının hududu hürriyetidir. Bu hudut ancak kanun marifetiyle tespit ve tayin edilir.” hükmü yer almıştır. Özgürlüklerin sınırı olarak devlet veya kamu yararı, toplum çıkarı gibi kavramlara yer verilmemiştir. Hatta tasarıdaki doğal afetler durumunda bir takım yükümlülükler getirilebileceği yönündeki öneri bile Genel Kurul’da reddolunmuştur. Fransız Devrimi’nin etkileri açıkça görülmektedir. Gerçekten de 68. madde 1789 tarihli İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’nin 4. maddesinden alınmıştır. 1961 ve 1982 Anayasaları’nda özgürlüklerin sınırlanmasına getirilen kavram bolluğu karşısında 1924 Anayasası’nın klasik, liberal ve bireyci felsefesi daha iyi görülmektedir. Anayasa metni boyunca Türk ya da Türkler olarak bahsedilen topluluğun tanımı 88. maddede yapılmıştır: “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle Türk ıtlak olunur.”
Bir yıl önce yapılan İzmir İktisat Kongresi’nin liberal ruhu Anayasa’ya da yansımıştır. Müdahaleci ve sınırlayıcı bir devlet yoktur, müdahaleler istisnai olarak belirlenmiştir. Ancak 1937 değişiklikleri ile devletçilik ilkesi Anayasa’ya girecektir. Anayasa’da sosyal haklar konusuna hemen hemen hiç değinilmemiştir. Sendika, grev, toplu sözleşme gibi kolektif haklar tanınmamış, sosyal güvenlik, iş hakkı, sağlık ve konut hakkı gibi konularda devlete düşen ödevlerden bahsedilmemiştir. Tek istisna parasız ilköğretim hakkıdır. Kısacası 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanunu sosyal değil, liberal bir anayasadır.
Anayasa’nın 103. maddesi ile Anayasa’nın üstünlüğü ilkesi getirilmiştir Buna göre; “Hiçbir kanun Teşkilât-ı Esasîye Kanunu’na aykırı olamaz”. Ancak bu ilkenin yargısal denetim mekanizması yoktur. Bu mekanizma ancak 1961 Anayasası ile Anayasa Mahkemesi’nin kurulması sayesinde gelmiştir.
3.1. Çok Partili Düzene Geçiş
1924 Anayasası özü itibariyle bir tek parti anayasası değildir. Ancak özellikle 1935’ten sonra başlayan parti – devlet kaynaşması neticesinde 1937 değişiklikleri ile birlikte bir tek parti anayasasına evrilmiştir. Anayasa’nın bu haliyle çok partili yaşama uygun olmadığı aslında aydın çevrelerce fark edilen ve 1945’ten itibaren dile getirilen bir durumdu. Buna rağmen çok partili yaşama geçmeden önce gerekli değişikliklerin yapılması çabasına da girilmemiştir. Bu durum Demokrat Parti’nin ani-demokratik ve diktatoryal uygulamalarına zemin hazırlamıştır.
Cumhuriyet tarihimizdeki ilk çok partili yaşam denemesi Terakki Perver Cumhuriyet Fırkası ile olmuştur. Terakki Perver Cumhuriyet Fırkası, Cumhuriyet Halk Fırkası içerisinde gelişen bir muhalefettir. Şeyh Sait ayaklanmasını, Takrir-i Sükun Kanunu, İstiklal Mahkemeleri’nin kurulması ve Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kapatılması izlemiştir. Muhalefet partisiz geçen 5 yıldan sonra Mustafa Kemal tarafından Fethi Bey’e kurdurulan Serbest Fırka ile güdümlü muhalefet denenmiştir. Çok geçmeden bu parti de kendini feshetme kararı almıştır.
Tek parti dönemi boyunca CHF’nin meşruluğunu dayandırdığı temeller Müdafa-i Hukuk geleneğinden gelmesi ve ülkenin sınıfsız, kendisinin ise ulusal bir parti olduğu tezidir. 1935 yılından itibaren parti-devlet kaynaşması başlamıştır. 1936’da İçişleri Bakanı partinin genel sekreteri, valiler de il başkanları olmuştur. 1937 Anayasa değişiklikleri ile CHP’nin altı ilkesi anayasaya sokulmuştur. Yaşanan bu gelişmeleri Mahmut Goloğlu parti-devlet olarak adlandırırken Fahir Giritoğlu partinin hükümetin güdümü altına girmesi olarak değerlendirir. Ona göre; siyasal otorite partide değil hükümet başkanındadır, bu durum ise iktidar karşısında tek denetim organı olan partinin de pasifize edilmesi sonucunu doğurmuştur. Bu dönemde kişisel hak ve özgürlükler alanında da kısıtlamaların geldiğini görüyoruz. Örneğin dernek kurma serbestliği 1938’de kısıtlanmış, toplantı ve gösteri haklarının kullanılması fiiliyatta engellenmiş ve basın yönelik baskılar artmıştır.
1940’lı yıllara gelindiğinde gerek uluslararası siyaset ve Türkiye’nin Demokratik Batı Bloğu’na dahil olma çabası gerekse ülke içindeki sınıfların farklılaşmasının ve belirginliğinin artması neticesinde mevcut siyasi yapıya karşı gelişen muhalefet kesimlerinin baskısıyla çok partili yaşama geçme gerekliliği kendini iyice göstermiştir. 7 Haziran 1945 tarihinde Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu görüşüldüğü sırasında Celal Bayar, Adnan Menderes, Refik Koraltan ve Fuad Köprülü’nün CHP Meclis Grubu’na verdikleri ve “Dörtlü Takrir” olarak anılan önerge ile başlayan süreç 01 Aralık 1945 tarihinde Demokrat Parti’nin kurulmasıyla sonuçlanmıştır. 1946 yılında yapılan ve oldukça tartışmalı geçen seçimlerin sonucunda CHP 403, DP 54 milletvekilliği kazanmıştır. Ancak demokrasi tarihimizdeki asıl kırılma 14 Mayıs 1950 tarihinde gerçekleştirilen ve Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle sonuçlanan seçimlerde yaşanmıştır. Halk ilk defa serbest iradesiyle iktidarı değiştirmiş, kendi yöneticilerini kendisi seçmişti ve böylece çok partili rejime geçiş süreci tamamlanmıştı.
Demokrat Parti’nin hükümet programlarında anayasa değişikliği vaadinin bulunmasına ve bunun için mecliste yeterli çoğunluğa sahip olmasına rağmen anayasa değişikliği gerçekleştirilmemiştir. 1924 Anayasası her ne kadar özünde demokratik bir anayasa olsa da uygulamada suiistimale açık kapılar bırakan haliyle Demokrat Parti’nin işine gelmiştir. Böylece çok partili demokrasiye geçişimizle birlikte çok partili demokratik düzende antidemokratik uygulamalar sorunumuz da doğmuştur. Muhalefete oy veren seçim bölgelerinin cezalandırılması, muhalefet partisinin faaliyetlerinin kısıtlanması, tahkikat komisyonları, üniversitelere ve basına yönelik baskılar bu dönemin ürünleri olarak tarihimizde yer edinmiştir.
Daha öncesinde çok partili düzen için anayasa değişikliği gerektiğini savunan kesimler olmasına rağmen genel kanı 1924 Anayasası ile demokrasi hayatına devam edilebileceği yönündeydi ancak 1954 yılından itibaren muhalefet kanadında yeni anayasa arayışları başlamıştır. Çok partili düzene geçilmesine rağmen siyasi kadronun gerçek bir demokrasi etiği oluşturamaması, anayasa tarihimiz boyunca var olan anayasa romantizminin yeniden canlanmasına ve gündelik politikadaki tüm sorunların çözümünün yine anayasada aranmasına sebep olmuştur. Ülkenin tüm sorunlarını çözecek olan mucizevi anayasa tekrar gündeme gelmiştir.
3.2. Değerlendirme
1924 Anayasası, 1921’deki gibi Ulusal Bağımsızlık Savaşı’nın ve onun iktidara taşıdığı güçlerin eseri olarak yerli ve ulusal bir metindir. Ümmete dayalı Osmanlı İmparatorluğu’ndan ulus devlete geçişin ürünü ve temel yasasıdır. Ulusal, demokratik ve laik bir devletin temellerini kurmuştur. Anayasa’nın özü demokratik felsefeye bağlıdır ancak demokrasinin çoğulcu ve iktidarı bölüştürücü seçeneğinden çok, çoğunlukçu ve bütüncü biçimine yatkındır. Bu tercihin nedenleri anlaşılabilirdir. Şüphesiz Türk Hukuku üzerindeki Fransız etkisi bunda etkili olmuştur. “Ulusal irade” diye adlandırılan çoğunluğun iradesinin bölünmez ve yanılmaz olduğu görüşünün kökü Rousseau’ya dayanmaktadır. Öte yandan, 1920’lerin kurucuları tüm kötülüklerin padişahtan gelebileceğine, siyasal çoğunluğun ise milletin sesi olduğuna inanmaktaydı. Aynı zamanda iktidar gücünü meclis çoğunluğunun yönetiminde toplayan bir sistem devrimlerin gerçekleştirilmesi açısından daha elverişli bir ortam yaratmıştır. Bu anlamda 1921 Anayasası Bağımsızlık Savaşı’nın anayasasıyken, 1924 Anayasa’sı ulusal devrimin anayasasıdır.
1924 Anayasası şüphesiz ki çoğulcu ve özgürlükçü bir demokrasi için yetersizdir. Lakin o dönemin dünyasında çoğulcu ve özgürlükçü demokrasiyi kurumsallaştıran anayasalar pek azdır. 1924 Anayasası özünde çok partili demokratik hayata uygun bir anayasa olup, daha sonradan ortaya çıkan olan otoriter yapılar 1924 Anayasa’sından değil, dönemin siyasal gelişmeleri ve kuvvet dengelerinden kaynaklanmıştır.
4. ANAYASA DEĞİŞİKLİKLERİ
4.1. Kanun-ı Esasî’de Yapılan Anayasa Değişiklikleri
1878 yılında II. Abdülhamit’in meclisi tatil etmesinden sonra Kanun-ı Esasî her ne kadar hukuki olarak yürürlükteyse de fiiliyatta askıya alınmıştır. Sait Paşa’nın aktardığına göre; Kanun-ı Esasî’yi “çok hürriyetçi bu bakımdan Belçika Anayasası’ndan bile ileri” bulan Abdülhamit anayasada gerekli kısıtlamaları yapmak için bir komisyon kurdurmuştur. Ancak komisyon Kanun-ı Esasî’nin hukuken hala yürürlükte olması sebebiyle anayasa değişikliği yapma yetkisinin meclise ait olduğunu gerekçe göstererek bu görevi reddetmiştir.
Kanun-ı Esasî’de ilk değişiklik 1909 yılında, 31 Mart İsyanı’nın ardından yaşanan gelişmeler neticesinde gerçekleşmiştir. 21 madde değiştirilmiş ve yapılan değişiklikler anayasada esaslı bir değişime sebep olmuştur. Bu değişiklikler neticesinde bir ferman anayasa olan Kanun-ı Esasî, bir misak anayasa halini almıştır.
1909 değişiklikleri ile birlikte padişaha yemin zorunluluğu getirilmiş ve ödeneği yasaya bağlanmıştır. Padişahın bir çok yetkisi Bakanlar Kurulu’na devredilmiş, padişahın ancak sadrazamı ve şeyhülislamı atama yetkisi kalmıştır. Bakanlar Kurulu da artık padişaha değil Meclis-i Mebusan’a karşı sorumlu hale gelmiş, güvenoyu mekanizması getirilmiştir. Meclis-i Mebusan’ın kendi başkanını seçme ve her iki meclisin de padişahın çağrısı olmadan toplanabilmesi mümkün olmuştur. Yasa teklifi için padişahın izni olması şartı kaldırılmış ve padişahın mutlak veto yetkisi geciktirici veto yetkisine dönüştürülmüştür.
Bunun dışında Kanun-ı Esasî’de 1914 yılında iki, 1916’da üç ve 1918’de bir kez olmak üzere 6 değişiklik daha yapılmıştır. 1909 değişikliğinde meclisin feshi zorlaştırılmışken 1914 değişikliğinde İttihat ve Terakki Fırkası’nın güç kazanmasına bağlı olarak meclisin feshinin kolaylaştırılması dikkat çekmektedir.
4.2. 1921 Teşkilât-ı Esasîye Kanunu’nda Yapılan Anayasa Değişikliği
1921 Anayasası’nda yapılan tek değişiklik 1923 yılında gerçekleşmiştir. Bu değişiklik ile Anayasa’nın 1. maddesine eklenen “Türkiye Devleti’nin şekli hükümeti Cumhuriyetir.” ifadesi ile Cumhuriyet ilan edilmiştir. Aynı zamanda “Türkiye Reisicumhuru devletin reisidir” hükmü ile cumhurbaşkanlığı makamı da getirilmiştir. Değişiklik ile getirilen bir diğer düzenleme ise 2. maddedeki: “Türkiye devletinin dini, Din-i İslamdır, Resmi lisanı Türkçedir.” hükmüdür.
4.3. 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanunu’nda Yapılan Anayasa Değişiklikleri
1924 Anayasası’nda 2’si şekil, 5’i esasa ilişkin olmak üzere toplam 7 kez değişiklik yapılmıştır. Yapılan ilk değişiklik 1928 yılındaki laiklik yönündeki düzenlemelerdir. Bu değişiklik ile 2. maddedeki devletin dininin İslam olduğu hükmü kaldırılmış ve 16 ile 38. maddelerdeki milletvekili ve cumhurbaşkanı yemin metinlerinden “vallahi” kelimesi çıkarılmış yerine “namusun üzerine söz veririm” ifadesi eklenmiştir. Aynı zamanda 26. maddede sayılan TBMM’nin görevleri arasından “ahkamı şeriyenin tenfizi” çıkarılmıştır.
1932 yılına yapılan ikinci değişiklik ile Anayasa’nın sadece 95. maddesi değiştirilerek bütçe kanun tasarısı ve buna bağlı bütçe ve cetvellerle katma bütçelerin meclise yılbaşından en az üç ay önce sunulması zorunluluğu getirilmiştir.
1934 yılında yapılan değişiklik ile seçme ve seçilmeyi düzenleyen Anayasa’nın 10 ve 11. maddelerindeki “erkek Türk” ifadesi “kadın, erkek her Türk” olarak değiştirilerek kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanınmıştır. Ancak bununla birlikte oy kullanma yaşı 18’den 22’ye çıkarılmıştır.
1937 değişikliğinde parti-devlet bütünleşmesinin Anayasa’ya yansımasını görmekteyiz. Cumhuriyet Halk Partisi’nin 6 ilkesi Anayasa’ya girmiş, 2. maddeye “Türkiye Devleti, cumhuriyetçi, milliyetçi, halkçı, devletçi, laik ve inkılapçıdır” ifadesi eklenmiştir. Aslında ilk hali ile çok partili hayata uygun bir Anayasa olan Teşkilât-ı Esasîye bu değişiklik ile birlikte bir tek parti anayasası halini almış, ve etkileri hem tek partinin otoriterleşme hem de Demokrat Parti’nin diktatoryalleşme sürecinde görülmüştür.
1945 yılında halkçı ve demokratik bir etki ile Anayasa’nın dili sadeleştirilmiştir. Bu sadeleştirme ile ortaya çıkan dil ve kavramlar 1960’dan sonra başlayan ve günümüzde de devam eden hukuk dilini oluşturmuştur. Değişiklik, Teşkilât-ı Esasîye Kanunu’nda değişiklik yapan bir kanun ile değil, Anayasa’nın sadeleştirilmiş halinin sanki yeni bir kanunmuş gibi ilanı ile yapılmıştır. Demokrat Parti’nin iktidara gelmesinin ardından 1952 yılında, aristokratik ve anti-demokratik bir uygulama olarak Anayasa metninin tekrar eski haline getirilmesi için bir değişiklik daha yapılmıştır. Bu değişiklik 20 Nisan 1924 tarihli Teşkilât-ı Esasîye Kanunu’nun tekrar yürürlüğe konulmasına ve 10.01.1945 tarihli Anayasa’nın yürürlükten kaldırılmasına hükmeden bir kanun ile yapılmış, ve Teşkilât-ı Esasîye metni kanuna ekli olarak ilan edilmiştir. Hem 1945 hem de 1952 değişikliklerinin ortaya çıkan metinlerin mana ve kavramda bir değişiklik yapmadan sadece kullanılan dili değiştirdiği iddia olunsa da Anayasa’nın bizzat bunu ifade eden 104. maddesine bakıldığında her üç metinde de farklı bir hüküm olduğu görülmektedir.
1924 Anayasa’sında yapılan son değişiklik 1960 askeri müdahalesinin ardından Milli Birlik Komitesi’nin yaptığı değişikliktir. Yapılan değişiklik ile askeri yönetimin işleyiş düzeni kurulmuş, devletin ve organlarının işleyişi, Milli Birlik Komitesi’nin yetkileri düzenlenmiştir.
KAYNAKLAR
Bülent TANÖR, Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri, Yapı Kredi Yayınları, 2005, İstanbul
Cemal KUTAY, Anayasa Kavgası, Cem Ofset Matbaacılık, 1982, İstanbul
Suna KİLİ – Şeref GÖZÜBÜYÜK, Türk Anayasa Metinleri, İş Bankası Kültür Yayınları, 2006, İstanbul
Tarhan ERDEM, Anayasalar ve Belgeler 1876 – 2012, Doğan Kitap, 2012, İstanbul
Bu yazı yorumlara kapalı.